21 Eylül 2015 Pazartesi

YİTİK SESLERİN PEŞİNDE…

ANADİL HAKKI İÇİN az biraz öznel notlar..


‘‘Egemen topluluklarla egemenlik altındaki topluluklar arasında sağ kalma hakkı uğrundaki mücadele ‘‘dil ekolojisi’’ adını verdiğim saptamayı içerir. Bununla demek istediğim, dilin korunmasının insan ekolojisinin bir parçasının korunması olduğudur.’’

Yitik seslerin peşinde önüme düşen bütün dilleri öğrenmeye çalıştım.
Öğrenmeye çalıştığım ilk dilim; babaannemin ‘’meyvesini yerken teşekkür et, dalını koparırken izin al’’ dediği ağacın; ‘’incitme’’ dediği kelebeğin; ‘’kirletme’’ dediği ateşin, suyun sesi oldu.
Bana hakim olan dil; İstanbul Türkçesiydi… Onu hep sevdim… O dönem yaşadığım ildeki Rumca, Lazca, Ermenice, Boşnakça, Adigece, Rusça, ve daha bilmediğim kimbilir hangi dilce bir armoni oluşturmuş yerel sözcüklerin uğradığı alaysı küçümsemelerin farkında değildik elbette… Bu sözcüklerin neden hep, İstanbul Türkçesi ile düzeltilmeye, unutturulmaya çalışıldığını çok sonra öğrenecektik..

Okulda İngilizce görevdi; öğrendim.
Sonra Rusça çıktı karşıma. Sovyet devrimini öğreniyorduk; Gorki’si, Dostoyevsky’si, Tolstoy’u.. vardı. Biraz Rusça takıldım.
Laz lehçesi(!); sonradan ‘’bilinmeyen bir dil’’ rütbesi verilen ‘’dağ türkleri(!)’’nin lehçesi(!) türünden sesler çoktan kulaklara çalınmaya başlamıştı… Ama o zamanlar yeryüzü dilleri henüz beni çağırmamışlardı. İnsan topluluklarının 5700-6000 civarında dili olduğunu; bu dillerin sadece %10’unun tüm dünya nüfusunun yaklaşık %90’ı tarafından kullanıldığını; her geçen gün, egemen yaşam biçimi içinde soluksuz kalıp bir bir ölen diğer %90’lık yerli dil diliminin nasıl bir kültür/doğa/yaşam alanı/kadim bilgi talanıyla nüfusun sadece %10’una hapsedildiğini henüz öğrenmemiştim.

O sırada Lübnan’da Sabra-Şatilla katliamı ortalığı sarsıyordu. Filistinli arkadaşlarımı anlamak için Arapça öğrenmeye başladım. Fena gitmedi.
Orada Süryani arkadaşlarım oldu. Aramice öğrenmek istedim. Arapçayla karıştırdım, içinden çıkamadım. Soykırım kavramı ile açıktan açığa buluşunca, çocukluğumuzun mum ışığı sohbetlerinde annemlerin fısıl fısıl ‘’kılıçartığı’’ arkadaşlarını özlemle anlatışlarını hatırladım. Ermenice çok zordu; onu atladım.
Bu sırada, büyükbabamın Topal Osman’ın katliamından saklayıp kaçırdığı, anneannemin çocukluk arkadaşlarının çocukları 70 yıl sonra, Yunanistan’dan gelerek anneannemi buldu.
Rumca konuştular. Gözyaşları bile Rumca akıyordu. Ben Rumca ağlamayı öğrenemedim.

Sesler rüya ve kabus arası akıp gitti…

Eşim Giritçe bilmeyen, hatırladığı tek tük kelimeyi konuşmalarının arasına yerleştirmeye çalışan bir ‘Kırtikos’tu ve o sırada köpeğimizin dilini öğrenmeye çalışıyorduk.
Asya’ya gittim; az biraz Tuvaca öğrendim. Türkçeye çok yakındı; kolay öğrendim ve ne yazık ki, kolay unuttum. Ama orada; toprağın dokusunu yok etmemek için çadırlar kurulduğunu, çadırların 20-25 günde bir taşınarak otların/börtüböceğin de diline kulak verdiklerini gördüm. Ve bunu asla unutmadım.

Sonra bir şekilde Kürtlerle yaşamaya başladım. Neden ifade bozukluğu yaşadığımı; annemin de benim de neden ha bire kelime uydurduğumuzu onlarla çözdüm. İnsanın dilini bulduğunda yüreğindeki seslerin başka türlü aktığını ve meğerse aslında hep kendi dilimi aradığımı Kürtlerin dilini öğrenmeye çalışırken, onların ısrarlı varoluş ve özgürlük iradesiyle kavradım. Bir şekilde yıllar önce Bosna’ya gittiğimde hiç anlamadığım seslerin içime neden farklı aktığını sorduğumu hatırladım. -Çoook, çok çok uzak seslerdi.- Yine de her bir sessizlikte’’ susmayın, konuşun.. konuşun.. diyesim geldiğini; aç/bi-ilaç oburca sesleri yutup durduğumu…
Belki de; o büyük sürgünün, ‘’hayır’’ kavramını unutmuş, egemenine rıza ile gelen o ağır yenilginin seslerini hatırlamamak, bastırılmış olanı daha da bastırmak için bu seslere sırtımı döndüm. Öğrenmeye yeltenmedim bile..
Dillerin ölme biçimleri üzerine düşünmeye başlamıştım.
Dilbilimsel araştırmalara göre; bir dil, öncelikle, insanların ait oldukları toplumsal doku son bulduğu için ölüyordu. (Bir dilin varlığının son bulmasının ilk biçimi; o dili konuşan insanların varlığının son bulmasıydı.) Buna ‘’nüfus yitimi yoluyla dil yitimi’’ diyorlardı. Diğer biçimi için ‘‘bir dilden diğerine zorla geçiş’’ kavramı kullanılıyordu. Burada mekanizma; egemen yaşam biçimini, dolayısıyla egemen dili zorunlu kılmakla ortaya çıkıyordu. Egemen topluluklar, diğerlerini bağımlı bir role zorlayarak ya da toplulukların varlığının bağlı olduğu topraklara, kaynaklara el koyarak dilsel geçişe zorlamaktaydı. Dilsel geçişin ikinci; dil ölümünün üçüncü tipi ‘‘bir dilden diğerine gönüllü geçiş’’ hali ise; bir topluluğun üyelerinin kendi özgün dilleri yerine başka bir dili kullanarak daha iyi yaşayacakları kanısına varmasıyla gerçekleşiyordu.
Her iki halde de dil önce mahkemeler, siyaset, ticaret.. gibi kamu alanlarından resmi kurumlardan çekiliyor; sadece ev içi ve dar gruplar arası kullanımla sınırlı kalıyor, ve sonrası, dilin artık gelecek kuşağa aktarılamayacağı o ölümcül aşamaya ulaşılıyordu…
Nüfus yitiminin, zorunlu ya da gönüllü dilsel geçişin sınırlarının çok muğlak olduğu aşikar. Ve hangi mekanizma ile olursa olsun dilleri öldürenin, egemen ekonomi matrisinin sonuçlarından biri olduğu da açık.

Ailemin dili gönüllü geçişle kaybedilmişti; ve yok sayılan, zorla ortadan kaldırılmaya çalışılan, giderek gönüllü geçişle ölümüne ramak kalmış, güçlü bir varoluş mücadelesiyle hayata geri dönmesine rağmen halen büyük risk altındaki bir dili öğreniyordum..
Kendim de dahil, dostlarımın zihninin nasıl çalıştığını; ruhunun nasıl çırpındığını, yiten her bir dil/her bir kelime ile doğanın hangi unsurunun ve bilgisinin benden çalındığını öğrenmemi engelleyen hayatın bu biçimine öfkelendikçe öfkelendim. Şu cümle içimde iyice belirginleşti; ‘’Eğer içimizin sesleri özgür olsaydı bu topraklarda –asgari yakın tarihteki hal içinde- büyükbabam ve anneannem gibi en az 7-8 dil biliyor olabilirdik. Ve hayata dair çözümlemelerimiz doğanın -talana rağmen kalabilen- çeşitliliği kadar geniş olabilirdi.’’

Öğrenmeye çalıştığım her bir dil ile yeni bir evrene dalıp hayatın sorunlarını çözümleme ünsiyetimin genişledikçe genişlediğini yaşamıştım. Hepimizden çalınmış bütün bu dillerle hangi kadim bilginin gömüldüğünü tahayyül etmek çok zor.

Şimdi, zorla edinilmiş bütün bu yarım yamalak seslerle dilsiz olduğumu biliyorum. Sesimin sürgünlüğünde dilsiz ve ifadesiz…
İçindeki yitik sesi bulma çabası, insanı oradan oraya savuran ince bir sızıdır; sahiden yaşayan bilir. Hesabı, kitabı ağırdır, geri dönüşü zor. Bir dilin yaşamını sürdürebilmesi için o toplumun ekosistem bütünlüğünün yaşamını sürdürmesi gerekir ve dilimize sahip çıkmak, toprağımıza, var oluşumuza sahip çıkmaktır.

Özetle;
BÊ ZIMAN JÎYAN NABÊ

Dirmil, 15.Eylül.2013

Kaynaklar*
·    Einar Haugen ‘’Ecology of Language’’1972 Stanford University Press
·    Daniel Nettle. Linguistic Diversity, Oxford University.
·    Susan  Romaine Vanishing Voices. The Extinction of the World's Languages. Oxford University Press. [Daniel Nettle ile ortak çalışma].

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder