16 Eylül 2015 Çarşamba

TÜRCÜLÜĞÜ SORGULAMAK

Doğanın bütün var oluşlarındaki değerleri evrensel bütünlüğün kendisi olarak algılamak; üzerine notlar.. 
‘’bir taşı bile yerinden oynatsan kırk yıl ağlar derler.’’
                           Şaman Galbı, Moğolistan Tuvası


Kelaynak kuşlarını tanıyor musunuz? Kafkas kelebeğini?? Ters laleyi??? ……….
Ve daha.. daha.. daha…
Onlar ve daha niceleri zorunlu göçe maruz bıraktıklarımızdan.. insanın ‘’ihtiyaç’’ adı altında yaptığı faaliyetlerin neden olduğu zorunlu kayıplarımızdan… kaybettiklerimizden… kaybettirdiklerimizden… 

‘‘…Ve şimdi, binlerce yıldır kaybettiğimiz ve doğa diye adlandırdığımız evrensel bütünlüğün sahici değerlerini yeniden gün yüzüne çıkarmaya çalışıyoruz. Eril zihniyetin egemenliğinde insanın kendini merkeze alma süreçleriyle birlikte üzeri örtülen dişil varoluşu yeniden yaşamsallaştırmaya çalışıyoruz. Kaybettiğimiz özgürlüklerimizi yeniden inşa etmeye çalışıyoruz.

Evrenin bütüncül bağ olduğu bilgisini kaybettiğimizi, her yiten var oluşun yiten bir değer olduğunu; insanı merkez alarak, türcülüğe, hele hele insan türünün, bu türün de erkek cinsinin üstünlüğü köleliğine kendimizi kilitlediğimizi ifşa ediyoruz. Binlerce yıldır dayatılanın egemen türün, egemen ırkın, egemen soyların, egemen devletlerin tektipçiliğine mahkûm eden yaşamlar olduğunu, değişmesi gerekenin bu olduğunu söylüyoruz...’’(*)

Bugün dönüştürmeye çalıştığımız ve insanlığı, doğayı yüzlerce yıldır esir alan ve ulus-devlet ile zirveleşen ‘’tektipçi yaşam sistemine giden yol çok uzun, çok acılı; ulus-devlet içinde yaşam ise bir avuç egemenin sahte mutluluğu uğruna milyonlara kan kusturan bir yaşam oldu. Ve nihayet belki defalarca bir yakarış gibi vurgulanan ‘’sürdürülebilir’’lik bu kez sanki sahiden tükendi.

Bu nedenle yıllardır ‘’tarihi kırılma’’ denilen sancılı dönemlerden birini yaşıyoruz. Sistemin egemenleri/yürütücüleri canhıraş bir şekilde yenilenme, yeni kan bulma arayışlarını daha da hızlandırıyor.
Artık aşikar ki; ‘’kaybedilmiş cennet’’/komünal özgürlük arayışındakiler ise bu incecik kaos aralığından çıkışı inşa etmek için daha da donanımlı olmak zorunda.

Bugünün kapitalist modernite algıları içinden geçmişe doğru bakarak süreçlerin birebir nasıl yaşandığını çözümlemek güç olmakla birlikte; egemenlik inşasında doğa toplumlarındaki temel algı değişiminin insanın kendisini diğer varoluşlardan üstün kılmasıyla başladığını görebiliyoruz. Doğadaki büyük-küçük tüm unsurların birer değer olduğu bilgisini ortadan kaldırarak ‘’insan için yaratılmıştır’’ vurgusuyla tüm var oluşları insanın hizmetine sunan tek tanrılı dinlere geçiş, aşama aşama gelen bu üstünlüğün adeta zirveleşmesi olarak karşımıza çıkıyor.

Doğanın savunucusu ve sembolü tanrıçaları -tarihin derinliklerinden tekrar geri gelmek üzere-sürgüne gönderen tanrılar ve ardılları eril tek tanrılı dinler; doğayı -ve elbette ki üretici dişil yaşamı, kadını- hoyratça ‘’adam’’ın kullanımına sunarak cennetten kovup, bize bugünlerin gücün iktidarı, iktidarın gücü cehennemini armağan eden kilit taşlarından biri oluverdiler.
Çokça göz ardı edilen bu nokta, demokratik modernite inşa süreçlerinde ve özellikle ekolojik perspektifin yaşamsallaşmasında büyük önem taşıyor.

Arınmamız gereken en önemli algısal bozukluklardan biri; insan türünün diğer türlerden üstünlüğü yanılsamasıdır.
Bu yanılsamanın aşılması; doğadaki diğer varoluşlar arasındaki hiyerarşi zincirini kıracağı gibi, dilimize pelesenk olmasına rağmen içselleştirilmemiş insanlar arasındaki eşitliğin sahiciliğini de garanti altına alacaktır.

Yüzyıllardır ‘’adam’’ın hükümranlığını güçlendirmekle kendini var eden bildiğimiz bilim, doğa karşısında güçsüz insan korkularını beslemeye devam etti. Korkulardan yarattığı iktidarlarla simbiyotik bir ilişki geliştirdi. Doğayı anlamak çabaları; onu yenmek, itaate zorlamak, kullanmak üzerine kuruldu. Türün iktidarını evrende başat kılmak için üretilen yok edici eril güç diğer canlı/cansız varoluşun da farklı duyarlıkları olduğu bilgisini görmezken, sadece insan düşünür; sadece insan araç kullanır, sadece insan hisseder, doğada zekâsı olan sadece insandır ve benzeri yanıltmalarla kendi zekâsını da hiçleştirdi.

Ve; doğadaki var oluşun yasaları insanoğluna sır, kadınlara ise sırdaş oldu. Şifacı kadınlar cadı, doğa güçlerinden yardım alanlar garip yabanıllar/ilkeller oluverdi.

Doğanın çözümleri gizlene saklana tarihin derinliklerinden süzüle süzüle var oluşunu bugünlere taşıdı. Musevilerden kabalada saklandı, İsevilerden cadı diye yakılan şifacı kadınlarda, Muhammedilerden yatırlarda saklandı. Dünyanın yüksek dağlarına, dağların medeniyet ulaşmaz özgürlüğüne, masalların sembolizmi içine sığındı. Saklandı da saklandı.

(Elbette ki, kapitalist modernitenin tıkanışını, bastırdığı bu kadim bilgileri yeniden kendince güncelleyip gündemleştirerek aşmaya çalıştığı gözlerden kaçmıyor. Yıllardır en çok satanlar listesinde ‘’Yüzüklerin Efendisi’’, ‘’Harry Potter’’, ‘’Merlin’’ vb. büyü üzerine kurulu eserler, sistem eliyle kurulmaya çalışılan ‘’Eko-Köyler vb bunun habercisi değil mi?.)

"geçmişi ortadan kaldıramazsınız, bir gün geri 
gelmek üzere tarihin derinliklerinde gizlenirler"
Latin Amerikan Kızılderililerinden

Bugün, artık nihayet yüksek sesle ‘’Toprak Ana’’nın da haklarından söz ediyoruz. Kapitalizmin tüketim alışkanlıkları adına incittiğimiz her doğa parçasının bir uzvumuzun yaralanması demek olduğunu, bu yara-bere içinde bugünlere vardığımızı görerek;

"Canlı/cansız tüm varoluşun birlikte  oluşturduğu bir topluluk içerisinde, 
yani Toprak Ana’da, bir dengesizliğe yol açmadan sadece insanların 
haklarını tanımanın mümkün olmadığına ikna olduk; İnsan haklarını 
da garanti altına almak için Toprak Ana ve tüm varlıkların haklarını 
tanımak ve savunmak gerektiğini ve bunu yapan kültürlerin, 
uygulamaların ve yasaların var olduğunu söylüyoruz."(**)

Şahmeran saklandığı yeraltından güzel yüzünü göstermek üzere…

ŞİMDİ EKOLOJİK SIÇRAMA DÖNEMİDİR; tek türcü insan egemenliğine son vererek; ‘tek’likle beslenen küresel sermayenin dayattığı yaşam modeli ve onun hukukunun reddi üzerinden doğanın kolektif haklarını gözeterek, tüm farklılıkların kendi kültürel değerlerini açığa çıkararak yaşamı yeniden örme dönemidir.

Bu yaklaşımın pratikteki anlamı; ‘’farkındalık’’da, yani ihtiyaçlarımızı karşılarken incittiğimiz, zarar verdiğimiz, yok ettiğimiz varoluşları görebilmeyi başarmakta gizli gibi görünüyor.
Artık, -kapitalizmin sürdürülebilirliğinin tehlikeye düştüğü bu aşamada- açığa çıkmasının belli bir olgunluk düzeyine eriştiği bu farkındalık; ihtiyaç algımızı yeniden gözden geçirmeye –minimize etmeye- ve ardından (bireysel / kolektif) üretim alanlarımızı sanayi toplumunun; ürünü ve üreteni değersizleştiren kitleselliği yerine, ‘’emek’’ kavramının değerinin iade edildiği üretici toplum olgusunu tartışmaya açmayı zorunlu kılıyor.

Dirmil, ..Kasım.2012

*   ’DEMOKRATİK KURTULUŞ/ÖZGÜR YAŞAM İNŞASINDA EKOLOJİ PARADİGMAMIZA DAİR NOTLAR’’ başlıklı makalemizden.
**   Toprak Ana Hakları Evrensel Beyannamesi’nden   


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder