30 Eylül 2015 Çarşamba

Devletsiz Toplum, Sınırsız Dünya!... (III)

düşler/gerçekler(!)
idealler/engeller

Devletsiz Toplum, Sınırsız Dünya!...
Ve onun doğaya/insana/özgür hallere değen ekonomi arayışları…


-III/II-

Şenlikli Toplum Düşlerini Beslemek ve Devletler/Sınırlar/Ordular ile Vedalaşmak
Hiç kolay iş değil!
Bir soru; ‘zenginlik’ algınız nereye tekabül ediyor? Kendinizi ne zaman/nasıl/hangi durumda zengin hissediyorsunuz? ‘Zenginlik’ algısının ‘güven içinde olmak’ algısı ile ilişkisi var mı? Kendinizi ne zaman/nasıl/hangi durumda güven içinde hissediyorsunuz? Bir yoksulluk sorununuz mu, yoksa, tüketim nesnelerine sahiplik ile ölçülen zenginlik sorununuz mu var? Açlıkla ölüm sınırına mahkûmiyetin bu zenginlik/yoksulluk sorunu ile ilişkisi nerede başlar, nerede biter?
Tümü ve çoğaltılabilecek bir dolusu aslında tek bir soru!
Ve sonra; gelin bir oyun oynayalım… 
‘’Yarışma değil, dayanışma ve doğal harmoni’’ ilkesinin hâkim olduğu bir toplumsal dokuda yaşıyoruz.
Şimdi, bu topluma dair bir komünal yaşam simülasyonu yapıyoruz. Bu toplum, mesela, toplumsal sözleşmesini aşağı/yukarı şu değerler üzerinden yapmış olsun;
·     İnsanı merkez alan türcülüğü sorgulayarak doğanın bütün var oluşlarındaki değerleri evrensel bütünlüğün kendisi olarak algılayan;
·    Doğadaki tüm var oluşlarla ve kendi türü ile ‘yarışmayı değil, dayanışmayı’ vurgulayan,
·    Türünün binlerce yıllık değerler kazanımlarını reddetmeden dönüştüren,
·    ‘Erk’ kavramının yaşam alanlarımızdan çıkmasını hedefleyen,
·    ‘Güç’ ün yüceltilmesi olgusunu ortadan kaldıran, güçsüzlüğün erdemlerini selamlayan,
·    İnsanın insan ve doğa üzerindeki ‘’mülkiyet/sahip’’lik olgusunu sorgulayan;
·    Temel ihtiyaçlar üzerinden şekillenen,
·    Tüketim değil, doğanın bütünlüğüne saygıyla emeği öne alıp üreten, üretimi paylaşarak çoğaltan;
·    Evrenin fraktal/parçalı yapısını, kaosun dengeye, dengenin kaosa giden sonsuz yaratıcılığını temel  alan,
·    Pozitivist algıdaki zamanın düz bir hat üzerinde ilerlediği yanılsamasını hatırlayarak zaman kavramına doğa toplumlarındaki evrensel döngüsellik algısını geri kazandıran, yaşamsallaştıran;
·    Bütün yaşam alanlarında kültürel dokunun birbiri içinden beslenen takibi üzerinden yaşamı inşa eden;
·    Dayatmacı yaşam biçimini öneren simetriyi değil, sorgulama kapılarını açan asimetriyi öneren,
·    Estetiğini ‘kusurlu güzellik’ kavramı ile ‘mükemmel’in sadece bir ‘ide’ olduğu bilgisi üzerine kuran,
·    Kendini ve en yakın çevresinden başlayarak evreni olması gereken değil, varolan hali ile kendi iç döngüsü içinde dönüşümünü öngören,
·    Canlı/cansız hiçbir var oluşu yargılamadan doğadaki tüm var oluşlara saygıyla yaklaşan, eşitlik ve bütünlüğü içselleştirerek evrensel yasaların ahengi içinde tüm varoluşları olumlayan, dinlemeye/anlamaya dönük incitmeme çabası içinde olan,


Bu minval üzre;
·    Vd…
·    Vd…
·   

Bence, dişil/doğal/sağlıklı/şenlikli bir toplum olurdu.

Devam edelim;

‘’Yarışma değil, dayanışma’’ dediğimiz için, tüm doğal var oluş farklılıklarımızla birbirimizin eksiğini tamamlayan, birbiri üzerinde tahakküm kurma ihtiyacı duymayan, dolayısıyla ‘’erk’’ ve ‘’güç’’ algısını ters yüz etmiş bir topluluğuz. Bilgi, birlikte üretildiği bilinen ve paylaşılan temel yaşam değeri; dolayısıyla bilginin/bilenin egemenliği çoktan aşılmış. Kimsenin kendini ispatlama kaygısına ihtiyacı yok.

‘’Kâr’’ algımız, bol bol nesnelere sahip olmak değil, özgür/yaratıcı/sağlıklı/şenlikli zaman.

Sahiplenmeye/mülkiyete/biriktirmeye ihtiyacımız yok, çünkü, -en önce birbirimizin ihtiyacını gözeterek- bendekini arkadaşıma veriyor, arkadaşımdakini bana alabiliyor, takas edebiliyoruz. Sahiplenme/biriktirme bizi ‘kendimizi aşma’ yolculuğundan alıkoyan bir yük. Zaten toplumumuzda aşırı tüketim, şatafat statü değil, bir utanç sembolü. Sahip olma güdümüz, nesnelere bağımlılığımız da olmadığı için evlerimizin anahtarları da yok. –Sükûnete sığınacağımız yalın evlerimizde çalınacak ne olabilir ki?-
Temel ihtiyaçlarımızı kendi emeğimizle karşılarken onur duyuyoruz. Dostlara armağanlar, emeğimizle üreterek karşılanan ihtiyaçlar. Onlar da başkalarına kendi ürettiklerini sunuyorlar. Çok çok değerli armağanlar bunlar. Birbirimizin hayatını kolaylaştırıyor. Tek başımıza üretemediklerimizi birlikte üretiyoruz. Eğlenerek, zevkle. Ortaya çıkan ürünü neşeyle kutsuyoruz, keyifle tüketiyoruz, keyifle kullanıyoruz.    
Aklımıza, ruhumuza yatmayan konular olduğunda geciktirmeden toplumun bilgisine sunup, sorunları paylaşarak çözümlüyoruz. Kimseyi yargılamadan, birbirimizi anlamaya çalışarak…


Şenlikli Yönetim/Radikal Demokrasi

“....Yönetim biçimimiz, yani yönetilmeme biçimimiz, dişil/şenlikli bir ufuk genişliği. Seçilmişlerin neden ve nasıl seçilmiş olduğunun bir türlü kavranamadığı bir hal içinde, yaşanılması düşlenesi en keyifli alan; yönetilmediğimiz, yönetmediğimiz; fikirlerin en geniş tartışılması ve kararların birlikte uygulanması ile açığa çıkan  bir alan..
Üstlenilen sorumluluk sınırları haricinde, beni benden başka kimsenin temsil etmediği, etmesinin de aslında pek de mümkün olmadığı, sadece üstlendiğimiz sorumlulukları yerine getirmek üzere var olduğumuzu bildiğimiz dönüşümlü bir üretim biçimi…
Bu biçimiyle binlerce yıldır dayatılan yönetim/iktidar biçimlerine göre epeyce radikal…
Radikal Demokrasi, bireyi, birey kılar. Yaşam deneyimlerinden yola çıkarak sorumluluk almayı, sorumluluğu yerine getirmeyi, edimlerine sahip çıkmayı getirir.
Yönetilmenin kolaycılığından kurtarır. Yönetenin etrafında türeyen ‘ebleh’ler sürüsünün oluşmasını, yönetenin de zaman içinde ‘eblehleşme’sini engeller.
Yönetilmenin kendi doğası içinde ortaya çıkan kaypak zeminler içinde seçilmişe atfedilen hatalar zincirine yaslanarak, çözüm üretmeksizin süregiden şikayetcil bir yasam biçiminden kurtarır, sorular sordurur, hayata karşı yaratıcı çözümler üretilmesine kapı acar. Orada herkes, yapabilirliği oranında vardır. Kimse kimseye, neyi ne kadar yaptığının sorgulamasına giremez. …öngörür ki, sorumlu, işin bu ucunu tutabilmektedir, eksik uçlar diğerleriyle tamamlanır.
Bu baskısız üretim, özgürleşmeyi, özgürleşme de üretim halinin genişlemesini doğurur.
Yönetilmeyi reddeden bu alan, 'güç' ve 'erk' kavramlarından arındırılmış bir alandır. Kimseye birşey ispatlamayı gerektirmez. Kendimizi ispatlama kaygılarından uzaklaşan söylemler içindeki yasam biçiminde de, 'benim dediğim doğrudur'dan, 'ne kadar da hakli ve bilgiliyim'den kaynaklı kavgalara, 'bak ben söylemiştim, gördün mü’lere ihtiyaç duyulmaz. Dolayısıyla barışçıldır.
Evet, biraz karmaşık,  ama hiç de kaos değil. İçinde bulunulan üretim sürecinin kendi iç disiplinini oluşturduğu bir yaşam bicimi.
Problemleri yok mu? Çok, bence çok pek çok.. insan ruh hallerimizi yeniden kurgulamamız lazım gibi görünüyor.. 'GÜÇ' kavramını tanrı katından indirmemiz, dolayısıyla, 'iktidar' peşinde helak olmaktan vazgeçmemiz, 'korkularımızla barışmamız… gerekiyor.*
Hazla doğayı gözlemliyoruz, doğayı takip ediyoruz. Yapıp ettiklerimiz doğal harmonide kesinti yaratıyorsa, var oluşun en ufak unsuruna zarar veriyorsa ‘bu işimizde bir yanlışlık var’ diyoruz; her ne ise işimiz, onu yeniden gözden geçiriyoruz.
Doğanın yol göstericiliğini derleyip toplayarak böyle uzayıp gidebilecek bu yaşamda güvenlik algısının dayatması devletlere, sınırlara, ordulara ihtiyacımız olmuyor nedense.


Akademia’nın İktisat Oyunları/Araçsal Rasyonalite

Kültür teorileri üzerine çalışmalarıyla tanınan Hollandalı tarihçi Johan Huizinga (1938) ‘Homo Ludens/Oyuncu İnsan’ eserinde oyunu kültürel dönüşümün en önemli kavramlarından biri olarak ortaya koyar. Buna bir ekleme yapmak istiyorum. –muhtemelen birileri çoktan söylemiştir, öyle ise, bir de ben tekrarlamış olayım;- İnsan, ne zaman ki oyunları ‘kendini keşfetmek/merak/aşmak ve tabi eğlenmek’ rotasından çıkardı, oyunun doğal akışını değişmez ilkeler haline getirdi ‘erk’i, ‘güc’ü yarattı; ‘akademia’larda beslenen eril/devletli topluma adım attı. Araçsal rasyonalite içinde şenlikli toplum boğuldu, unutuldu. Ve geriye -binbir şekle bürünüp evirilerek gelen- oyun ihtiyacı, devletli toplumların iktidar oyunları, savaş oyunları vb. kurumlaşmalarla bugüne gelerek iktisat oyunlarında düğümlendi.
Artık, insanlık eril/iktidar oyunundan vazgeçip, bir başka oyun kurmak zorunda gibi görünüyor.
Dişil/şenlikli toplum düşlerini yeniden beslemek ve zor da olsa, yalın/doğal bir iktisadın kapısını aralayarak, devletler/sınırlar/ordular ile vedalaşmak zorunda gibi görünüyor.
Artık –tekrar tekrar vurgulama, sahiden yaşamsallaştırma ihtiyacıyla;
·    Doğanın bütün var oluşlarındaki değerleri evrensel bütünlüğün kendisi olarak algılayarak; insanı merkez alan türcülüğü sorgulayan,
·    İnsanın insan ve doğa üzerindeki ‘’sahip’’lik olgusunu, insanı/doğayı köleleştirmesi kaçınılmaz ‘’mülk’’ algısını sorgulayan,
·    Bilginin uzmanlaşması üzerinden hegemonik yapıların iktidarının oluşmasını ve doğa toplumlarının hayata dair çözümlemelerini formüle ettiği kültürel birikimlerini hiçleştiren bilim felsefesini sorgulayan;


Kısaca, hiyerarşik/iktidarcı yaklaşımları mahkûm edip devletsiz toplum, sınırsız dünya, ordusuz öz savunma felsefesini geliştirerek doğadaki tüm var oluşlara saygıyla, eşitlik ve bütünlüğü içselleştirerek evrensel yasaların ahengi içinde tüm varoluşları olumlayan bir şenlikli topluma yeniden adım atmak zorunda gibi görünüyor. 

Yoksa yeni bir ‘Nuh Tufanı’ yakın!

Çünkü şu bilinen bir gerçek ki; bugünün bu zenginlik/yoksulluk algısı içindeki tüketim alışkanlıklarına göre, kuzey yarıkürenin tükettikleri ile 1,5 dünya gerekiyor. Tüm dünyanın Kuzey gibi tüketmesi için 3 dünya gerekiyor. Ve küresel ekonomi 2040’a kadar %3 büyümeyi sürdürdüğü taktirde, bu süre içinde, insanın iki ayağı üzerinde durduğu andan bugüne geçen sürede tükettiğimize eşit miktarda ekonomik kaynağı tüketmiş olacağız.

Bu nedenle; doğal toplum kültürlerinde farklı ifadesini bulan; herkesin doğayla, kendisiyle ve birbiriyle uyum ve denge içinde yaşamasına dayalı tamamlayıcılık, dayanışma ve eşitlik prensipleri çerçevesinde müşterek refah ve temel ihtiyaçların Tabiat Ana ile ahenk içinde karşılanması temel alınmalıdır.
 
Dolayısıyla;
‘’Tüketim ekonomisini; başta kadın olmak üzere tüm insanlığı, doğanın tamamını, kısaca tüm varoluşları ‘kullanım’’ felsefesi içinde egemenlerin ‘erk’lerini sürdürme aracı haline getiren tüketim toplumunu sorgulayarak,
Tüketim toplumunun dayattığı ‘ihtiyaç’ algısını yeniden gözden geçirerek;
Emek değerinin hiçleştirilmesi ile üretimin uzmanlaşmasını, üretime yabancılaşmayı sorgulayarak…’’*

 
NEO KLASİK İKTİSADIN YARATICI YIKIMI- DAYANIŞMA EKONOMİSİ/EKOLOJİK EKONOMİ


Öncelikli olarak; burada ‘’Ekonomi’’ kavramına doğanın/emeğin talanıyla yürüyen ‘’büyüme’’, ‘’kalkınma’’ kavramlarına dayanan kar dürtüsünü tetikleyen, dolayısıyla eril egemenler ilişkisi oluşturan yapılanma/kurumlaşma yerine; toplumun/bireylerin özgür yaşam temelinde ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli bir organizasyon olarak bakıldığını belirtmek istiyorum.

Bu yaklaşımın temelinde; Mezopotamya coğrafyasının çoğu zaman sert, kimi zaman şefkatli, ama her şeklide dayanışma ile birlikte yaşamın kültürel birikimi kadar  ‘’üretim/tüketim/büyümeye dayalı model sınırlarına dayandı’’ saptamasından hareketle, mevcut neo-klasik/neo liberal ekonomi modellerini tedavi etmeye çalışıp sürdürme yerine; radikal bir şekilde ret eden iktisatçıların görüşleri de baz alınmıştır. 
Bu görüşler; -kökleri daha eskiye dayanmakla birlikte sistemleştirilmesi- 20.yy.ın ikinci yarısından itibaren yaşanan küresel sarsıcı ekonomik krizlerle gündemleşmiş ve büyük bedellerle katkı verenlerin genişlemesiyle olgunlaşmış alternatif ekonomik modellerdir.
Radikal Demokrasinin inşa süreçlerini yaşayan bizler de görmekteyiz ki; ‘’Ekolojik Ekonomi’’, ‘’Dayanışma Ekonomisi’’, ‘’Biyonomi/Doğal Sermaye’’, ‘’Post-Otistik İktisat’’, ‘’Psikonomi’’, ‘’Biyo-Ekonomi’’, ‘’Geçimlik Ekonomi’’ gibi alternatif çözümleri ortaya atan bu iktisatçılar; tıpkı Kopernik’in astronomiyi, Freud’un psikolojiyi, Einstein’in fiziği dönüştürdüğü gibi ‘’iktisat biliminin kutsal yasaları’’  diye kabul edilenleri sorgulayan devrimci öncüler olarak anılacaklardır.*
Dünya bilgi dağarcığında ‘’Bereketli Hilal’’ adıyla da anılan Mezopotamya coğrafyası tarımın geliştirilerek ilk ekonomik faaliyetlerin olgunlaşmaya başladığı alan olarak da bilinmektedir. Bu bağlamda, dünya deneyimlerini kültürel birikimi ile harmanlayarak Dayanışmacı Alternatif Ekonomik modellerin bu coğrafyada yaşamsallaşması, pratiğinin kökleşmesinin büyük önem taşıdığı kanısındayım. 

LA ECONOMİA ES DE GENTE, NO DE CURVAS’’
–EKONOMİ BİLİMİNİN KONUSU GRAFİKLER DEĞİL, İNSANLARDIR.-**


İstatistiklere, rakamlara, matematiğe boğularak bireyin ekonomi algısını yabancılaştıran/manipüle eden günümüz neo-klasik ekonomi modellerinin ana sorunlarının başında, insan emeğinin ve doğanın umarsızca talanı ile gerçekleştirilen çok büyük üretim fazlası gelmektedir. Krizlerin ağırlıklı nedeni, şirketlerin kar ve iktidar amaçlı aşırı üretimini pazarlayamamasından kaynaklandığı biliniyor. Çıkan savaşların çoğunun, doğal kaynak talanı kadar yeni pazar alanları yaratmak için ortak hukuk sistemi oluşturma çabasından kaynaklandığı da açıktır.
Binlerce yılın ortak yaşam birikimiyle olgunlaşmış kültürel birikimleri, yerel/toplumsal hukuku hiçe sayarak dayatılmaya çalışılan; kapitalist ekonomi modelinin ve hukukunun geri dönülmez şekilde yerleştirilme çabasıdır. Üretim/tüketim alışkanlıklarının küresel sermayenin gereklerine göre değiştirilmesi; yeni üretim/tüketim alışkanlıklarına göre yeni hukukun yerleştirilmesi -erkek egemen sistemde binlerce yıldır biçim değiştirerek gelen- küresel şirketlerin eril egemenlik ilişkisinin kendini yeniden üretmesidir. 

Bu noktadan hareketle; binlerce yıldır eril dil ile kaybedilmiş, kendisi zaten doğa olan dişil dilin, kültürel birikimin tekrar açığa çıkarılarak; doğal/özgür yaşamın inşa edilebilmesi için ‘’ihtiyaç’’ olgusuna birey/komün/türler bütünlüğünde yeni bir denge arayışı ile bakılması ve ‘’kendi kendine yeten’’ ekonomi algısının yeniden hatırlanmasının elzem olduğunu vurgulamak istiyorum.   

Bu nedenle yerelin kendi yaşam döngüsüne hakim olduğu ‘’Demokratik Özerklik’’ büyük önem taşımaktadır.

EKOLOJİK YAŞAM DESTEĞİ SİSTEMLERİNİN HİZMETLERİ OLMASAYDI, DÜNYADAKİ EKONOMİK FAALİYETLER DURMA NOKTASINA GELİRDİ. ARILAR BİR ANDA YOK OLSAYDI, DÜNYADA MİLYONLARCA MAHSULÜN DÖLLENME MASRAFINI KİM KARŞILAYABİLİRDİ?’’***

Ekonominin doğadan bağımsız iş görebilirmiş gibi davranmaya devam edemeyeceğini; insanın ekolojik ayak izinin dünyanın taşıma kabiliyetini aşmaya başladığını ve eğer insanlığın hikayesi devam edecekse artık –doğal sermayeyi- doğa değerlerini dikkate almamız gerektiğini tekrar tekrar vurgulamak gerekiyor.
Bu nedenle; ‘’ …Kolay ya da zor olmasını bir kenara bırakarak şimdiye kadar ‘’dışsal faktörler’’ diyerek göz ardı ettiği doğa değerlerini de dikkate alan ‘’Kararlı Durum Ekonomisi’’ne, ‘’Dayanışmacı, Ekolojik Ekonomi’’ye  geçişi denemek durumundayız. ‘’Ekonomik büyüme’’ dediğimiz şey hiç de ekonomik olmayan bir hal almış durumda. Büyüme ekonomisi bizi yarı yolda bırakıyor… Ekolojik ve sosyal maliyetleri üretim menfaatlerinden daha hızla artıyor, giderek bizleri zenginleştirmek yerine yoksullaştırıyor. İki yüzyıl boyunca büyüme ekonomisinde yaşadık. Mesele şu; GSMH büyürken bizler gerçekten zenginleşiyor muyuz? Yoksa tam da bu yüzden yoksullaşıyor muyuz?.’’****

Yoksulluk, tüketilmesi mümkün hale getirilen ürünlerin (sadece klasik temel ihtiyaçların değil, hazır yiyecekten asfalt yola, standart tatil paketlerinden sezaryenle doğum yapmaya kadar endüstriyel ürün yelpazesinin büyük kısmının) kitleler tarafından talep edilmesinin sağlanması, ancak bu talebin karşılanamaması olarak da tanımlanabilir. Talep edilmesi sağlanan bu ürünler kendilerine ulaşamayan milyonları büyük bir hızla yoksullaşma algısı içine sürükler. Kalkınmanın yayılması yoksulluğun yayılması ile, yoksulluğun yayılması yeni ihtiyaçların tanımlanması ile, yeni ihtiyaçları hak etmek bu ihtiyaçları(!) karşılayabilmiş, yani en yoksul kategorisinden kurtulabilmiş olmakla, nihayet kaçtıkça kovalayan yoksulluk algısının hiçbir zaman eksik olmaması ve tüm dünyayı kuşatmasıyla mümkündür.
‘’Yoksulluk, sürdürülebilir kalkınma söyleminin reddedilemez kılınmasını sağlamak için humanist ve neredeyse romantik bir temel sağlamaktadır. Rio zirvesinin en önemli ürünü olan Gündem 21, daha önsözünün ilk paragrafında yoksulluk, açlık, hastalık, cehalet ve ekosistemlerin süregiden yıkımından bahsedip, temel ihtiyaçların giderilmesi ve herkes için yaşam standartlarının geliştirilmesi için sürdürülebilir kalkınmanın şart olduğunu söyler ve evrensel düzeyde zihinlere işlenmiş bir ihtiyaç, yaşam standardı ve yoksulluk algısına gönderme yapar. Böylece hiçbir zaman ulaşılamayacak bir hedef  koyar ve önerdiği politikayı sürekli ve vazgeçilmez kılar.
Unutulmaması gereken şey, sürdürülebilirlik kavramının özgün anlamında sürdürülemez olan şeyin ‘büyüme’ olduğudur.’’

YARIM SAATLİK TRAFİK SIKIŞIKLIĞININ GERÇEK MALİYETİ NEDİR?/ BİR KONTEYNER DOLUSU OYUNCAĞIN DÜNYANIN ÖTE UCUNDAN NAKLEDİLMESİNİN GERÇEK MALİYETİ NEDİR?

Demokratik Özerk yönetimlerde açığa çıkarılması gereken; ihtiyaçları minimize eden, ekolojik yaşam biçiminin -en az enerji ile dönüşen/atıksız üretim- ana prensipleri doğrultusunda; üretim süreçlerinde refahtan ziyade finansal faaliyet ölçüsü olduğu açığa çıkan büyüme ve kalkınmayı değil; zenginleşme ölçütünü meta sahipliğinden, özgür/sağlıklı/yaratıcı zaman değeri ile değiştirerek, temel ihtiyaçların karşılanmasını hedefleyen; doğa talanına meydan vermeyen metotlar kullanarak yeşil istihdama ağırlık veren; endüstriyel değil, zanaat tarzı üretimle yerelin ihtiyaçlarının yerelde karşılandığı; yarışma değil dayanışma ağı ile paylaşmayı yaşamsallaşan ekonomi ve hukuk modelidir.

Bu yaklaşım; ‘’yeni bir finansal mimari tasarlama’’***** anlamına gelmektedir. ‘’Azamileşme, kar, üretme, satma, yatırım yapma döngüsüne endekslenmiş olan piyasa sistemini de çöpe atmak demektir… Faiz ödemeleriyle borçlanma üzerinden yürüyen finans endüstrisinin ıskartaya çıkarılması ve yerine bireysel servetleri artırmayacak şekilde kaynakların ulaşılır kılındığı düzenlemelerin getirilmesi demektir. Kazanma güdüsünden vazgeçmek gibi; aşırı tüketim ve büyümenin statü değil, utanç sembolü haline geldiği; ‘’geçimlik/armağan ekonomisi ile temel işlemin almak değil vermek olduğu, başkalarının size vereceğinin de bilindiği, başka bir deyişle anahtar ekonomik mekanizmanın ‘’armağan’’ olduğu; mülkiyet algısının ‘’komünal mülkiyet ve mülkiyet üzerindeki tasarruf hakkı’’ perspektifiyle yeniden sorgulandığı derin bir kültürel dönüşüm demektir.’’******

Batı dünyası için oldukça uzak bu yaklaşımların, doğa ile bir bütün halinde yaşama hafızası henüz çok taze olan Anadolu, Mezopotamya coğrafyasına çok da uzak olmadığını biliyoruz. Finansal yapılanmanın dönüşümünde, tüm semavi inançların da vurgu yaptığı ‘’faiz’’ sorununa karşı borç verenlerin servetini artırmayacak düzenlemelerin mümkün olduğunu biliyoruz.*******
   
YERELLEŞ!! YERELLEŞ!!
KENDİ KENDİNE YETEN TOPLUM, KENDİ KENDİNE YETEN YEREL YÖNETİMLER!!!...


Açığa çıkarılması gereken; ihtiyaçları minimize eden, ekolojik yaşam biçiminin -en az enerji ile dönüşen/atıksız üretim- ana prensipleri doğrultusunda; üretim süreçlerinde büyüme değil, ihtiyaçların karşılanması hedeflenerek doğa talanına meydan vermeyen metotlar kullanarak yeşil istihdama ağırlık veren; yerelin ihtiyaçlarının yerelde karşılandığı; yarışma değil dayanışma ağı ile yaşamsallaşan ekonomi modelidir.  
(Ekonominin ana verileri olan; enerji, toprak; sermaye ve emek olgularının ve ilişkilerinin yerel meclislerde acilen gündemleştirilip tartışılarak netleştirilmesi gerekmektedir. Önerilen; -yeni toprak reformu çalışması ile köy ortak arazisi gibi- mülkiyetin kolektif olması; mülkiyet üzerindeki tasarrufun bireysel olmasıdır. Kooperatifler ile sermayenin sadece belli ellerde toplanmasının önüne geçilmelidir; karın mutlaka şeffaflıkla denetlenmesi mekanizmaları hızla hayata geçirilmeli, İhtiyaç fazlası üretim yani büyüme hedeflenmemelidir. Bunun yerine, ihtiyacı yerinde karşılama prensibinden hareketle üretim alanlarındaki çeşitlilik hedeflenerek kaynaklar/emek gücü vd. farklı ihtiyaçların karşılanmasına dönük planlamalar değerlendirilmelidir.)

İçinde yaşanan ekosistemin ihtiyaçlarına ve kendine has imkanlarına uyum sağlayan küçük iktisadi topluluklar olma prensibinden hareketle; sağlıklı bir ekonominin, varoluşumuzu/sağlığımızı/zamanımızı özgürleştirmemizle ve tüm toplum olarak geçirdiğimiz vakitten keyif almamızla ölçülebileceğini unutmadan; etkin toprak kullanımı üzerine kafa yormak; koca bir kentin ekolojik olarak doğayla/birbiriyle barışık bir şekilde nasıl yeniden tasarlanabileceği; atıkların nasıl azaltılabileceği, açığa çıkan enerjinin nasıl muhafaza edilip tekrar kullanılabileceği vb. üzerine halkın katılımcı bilgi/birikim gücünü seferber ederek çözümleri yaşamsallaştırmak********* Demokratik Özerk Yönetimlerin önemini bir kez daha açığa çıkarmaktadır.

Buradan tekrar başa dönersek; evet, ‘şenlikli toplum düşlerini beslemek ve devletler/sınırlar/ordular ile vedalaşmak’ hiç de kolay iş değil. Ve fakat, çok açık ki, kapitalizmin devamı zorlamalarından daha imkansız değil!

Notlarımı şu vurgu ile tamamlayayım;

Kazanım/zenginlik diye önümüze koyacağımız değer; tüketim toplumunun konfor diye sunduğu ve ulaşmak için köleleştirdiği nesne bolluğu mu; yoksa doğal/kadim bilgiye yönümüzü çevireceğimiz yaratıcı/özgür zaman dilimi mi?
Yüzlerce yıldır esir olduğumuz alışılmışı tekrarlamanın dayanılmaz hafifliği mi; kimi zaman olanca sertliğine rağmen doğanın özgürlük çağrısına kulak vererek, bir ekolojik sıçrama yapıp gönüllü sadelikle, şenlikli, yeni bir moderniteyi doğurmanın ruhsal/fiziksel arınmasını mı?…
Neyi tercih edeceğiz?...
Çünkü biliyoruz ki, neyi tercih edersek, o oluruz!


Şehbal Şenyurt Arınlı
                                       
Dirmil-İstanbul-Amed, Nisan/Mayıs-Kasım 2014



KAYNAKLAR-
* ‘Şenlikli Toplum’ –ŞŞA 1998
* ‘Kadının Komünal Yaşam Simulasyonu’-ŞŞA 2003
*’’DEMOKRATİK KURTULUŞ/ÖZGÜR YAŞAM İNŞASINDA EKOLOJİ PARADİGMAMIZA DAİR NOTLAR’’ başlıklı notlar-ŞŞA 2012
* Adbusters-Neo-klasik iktisat çalışmaları ile bilinen akımın vurgusuna atıfla..
** Küresel ekonomi politikaları protestosunda Madrid Üniv. kampus duvar yazılarından.
*** Robert Costanza – Dünya Ekosistem Hizmetlerinin Değeri ve Doğal Sermaye, Nature Dergisi-
**** Bill Rees ve Mathis Weckernagel-Our Ecological Footprint: Reducing Human İmpact on Earth
**** Agenda 21, The Global Partnership for Environment and Development, Preamble 1.1. United Nations publication, Sales No. E.93.I.11
***** Peter Stalker- The No-Nonsense Guide to Global Finance 
****** Ted Trainer- Sıfır Büyümenin Radikal Sonuçları
******* Tarık El Divani- People First Economy
******** Mehmet Genç- Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi
*********Josef Stiglitz- Freefall: America, Free Markets and the Sinking of World Economy

YARARLANILAN DİĞER KAYNAKLAR-
·     Julie Matthael –Solidarity Economy: Building Alternatives for People and Planet / Economic History of Women in America
·    Lourdes Beneria- Gender, Development, Globalisation: Economics as if People Mattered –feminist iktisat-
·    Deborah Campell
·    Tim Jackson- göreli kopuş/mutlak kopuş
·    E.F.Schumacher –küçük güzeldir-
·    İvan İllich
·    Herman Daly –ekolojik küçülme iktisadı-
·    Kirkpatric Sale –biyobölgecilik-
·    Frederic Soddy
·    Nicolas Georgescu-Roegen
·    Keneth Boulding
·    Bernhard Stiegler –For a New Critic of Political Economy
·     P.A. Payutto- Buddhist Economics-aydınlanmış tüketim-
·    William Kuhnert-1894 Kanada
·    Darren Fleet
·    Michael Hudson
·    Charles Eisenstein
·    Janneken Drange
·    Andrew Dobson. Green Political Thought






29 Eylül 2015 Salı

Devletsiz Toplum, Sınırsız Dünya!... II


düşler/gerçekler(!)
idealler/engeller
Devletsiz Toplum, Sınırsız Dünya!...
Ve onun doğaya/insana/özgür hallere değen ekonomi arayışları…
-II-
 
‘’Tüketim ekonomisini; başta kadın olmak üzere tüm insanlığı, doğanın tamamını, 
kısaca tüm varoluşları ‘kullanım’’ felsefesi içinde egemenlerin ‘erk’lerini 
sürdürme aracı haline getiren tüketim toplumunu sorgulayarak,
Tüketim toplumunun dayattığı ‘ihtiyaç’ algısını yeniden gözden geçirerek;
Emek değerinin hiçleştirilmesi ile üretimin uzmanlaşmasını, üretime yabancılaşmayı sorgulayarak…’’*
 
NEO KLASİK İKTİSADIN YARATICI YIKIMI- DAYANIŞMA EKONOMİSİ/EKOLOJİK EKONOMİ

Öncelikli olarak; burada ‘’Ekonomi’’ kavramına doğanın/emeğin talanıyla yürüyen ‘’büyüme’’, ‘’kalkınma’’ kavramlarına dayanan kar dürtüsünü tetikleyen, dolayısıyla eril egemenler ilişkisi oluşturan yapılanma/kurumlaşma yerine; toplumun/bireylerin özgür yaşam temelinde ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli bir organizasyon olarak bakıldığını belirtmek istiyorum.

Bu yaklaşımın temelinde; Mezopotamya coğrafyasının çoğu zaman sert, kimi zaman şefkatli, ama her şeklide dayanışma ile birlikte yaşamın kültürel birikimi kadar  ‘’üretim/tüketim/büyümeye dayalı model sınırlarına dayandı’’ saptamasından hareketle, mevcut neo-klasik/neo liberal ekonomi modellerini tedavi etmeye çalışıp sürdürme yerine; radikal bir şekilde ret eden iktisatçıların görüşleri de baz alınmıştır. 

Bu görüşler; -kökleri daha eskiye dayanmakla birlikte sistemleştirilmesi- 20.yy.ın ikinci yarısından itibaren yaşanan küresel sarsıcı ekonomik krizlerle gündemleşmiş ve büyük bedellerle katkı verenlerin genişlemesiyle olgunlaşmış alternatif ekonomik modellerdir.

Radikal Demokrasinin inşa süreçlerini yaşayan bizler de görmekteyiz ki; ‘’Ekolojik Ekonomi’’, ‘’Dayanışma Ekonomisi’’, ‘’Biyonomi/Doğal Sermaye’’, ‘’Post-Otistik İktisat’’, ‘’Psikonomi’’, ‘’Biyo-Ekonomi’’, ‘’Geçimlik Ekonomi’’ gibi alternatif çözümleri ortaya atan bu iktisatçılar; tıpkı Kopernik’in astronomiyi, Freud’un psikolojiyi, Einstein’in fiziği dönüştürdüğü gibi ‘’iktisat biliminin kutsal yasaları’’  diye kabul edilenleri sorgulayan devrimci öncüler olarak anılacaklardır.*
Dünya bilgi dağarcığında ‘’Bereketli Hilal’’ adıyla da anılan Mezopotamya coğrafyası tarımın geliştirilerek ilk ekonomik faaliyetlerin olgunlaşmaya başladığı alan olarak da bilinmektedir. Bu bağlamda, dünya deneyimlerini kültürel birikimi ile harmanlayarak Dayanışmacı Alternatif Ekonomik modellerin bu coğrafyada yaşamsallaşması, pratiğinin kökleşmesinin büyük önem taşıdığı kanısındayım. 

‘’LA ECONOMİA ES DE GENTE, NO DE CURVAS’’
–EKONOMİ BİLİMİNİN KONUSU GRAFİKLER DEĞİL, İNSANLARDIR.-**


İstatistiklere, rakamlara, matematiğe boğularak bireyin ekonomi algısını yabancılaştıran/manipüle eden günümüz neo-klasik ekonomi modellerinin ana sorunlarının başında, insan emeğinin ve doğanın umarsızca talanı ile gerçekleştirilen çok büyük üretim fazlası gelmektedir. Krizlerin ağırlıklı nedeni, şirketlerin kar ve iktidar amaçlı aşırı üretimini pazarlayamamasından kaynaklandığı biliniyor. Çıkan savaşların çoğunun, doğal kaynak talanı kadar yeni pazar alanları yaratmak için ortak hukuk sistemi oluşturma çabasından kaynaklandığı da açıktır.
Binlerce yılın ortak yaşam birikimiyle olgunlaşmış kültürel birikimleri, yerel/toplumsal hukuku hiçe sayarak dayatılmaya çalışılan; kapitalist ekonomi modelinin ve hukukunun geri dönülmez şekilde yerleştirilme çabasıdır. Üretim/tüketim alışkanlıklarının küresel sermayenin gereklerine göre değiştirilmesi; yeni üretim/tüketim alışkanlıklarına göre yeni hukukun yerleştirilmesi -erkek egemen sistemde binlerce yıldır biçim değiştirerek gelen- küresel şirketlerin eril egemenlik ilişkisinin kendini yeniden üretmesidir. 

Bu noktadan hareketle; binlerce yıldır eril dil ile kaybedilmiş, kendisi zaten doğa olan dişil dilin, kültürel birikimin tekrar açığa çıkarılarak; doğal/özgür yaşamın inşa edilebilmesi için ‘’ihtiyaç’’ olgusuna birey/komün/türler bütünlüğünde yeni bir denge arayışı ile bakılması ve ‘’kendi kendine yeten’’ ekonomi algısının yeniden hatırlanmasının elzem olduğunu vurgulamak istiyorum.   

Bu nedenle yerelin kendi yaşam döngüsüne hakim olduğu ‘’Demokratik Özerklik’’ büyük önem taşımaktadır.

‘’EKOLOJİK YAŞAM DESTEĞİ SİSTEMLERİNİN HİZMETLERİ OLMASAYDI, DÜNYADAKİ EKONOMİK FAALİYETLER DURMA NOKTASINA GELİRDİ. ARILAR BİR ANDA YOK OLSAYDI, DÜNYADA MİLYONLARCA MAHSULÜN DÖLLENME MASRAFINI KİM KARŞILAYABİLİRDİ?’’***

Ekonominin doğadan bağımsız iş görebilirmiş gibi davranmaya devam edemeyeceğini; insanın ekolojik ayak izinin dünyanın taşıma kabiliyetini aşmaya başladığını ve eğer insanlığın hikayesi devam edecekse artık –doğal sermayeyi- doğa değerlerini dikkate almamız gerektiğini tekrar tekrar vurgulamak gerekiyor.
Bu nedenle; ‘’ …Kolay ya da zor olmasını bir kenara bırakarak şimdiye kadar ‘’dışsal faktörler’’ diyerek göz ardı ettiği doğa değerlerini de dikkate alan ‘’Kararlı Durum Ekonomisi’’ne, ‘’Dayanışmacı, Ekolojik Ekonomi’’ye  geçişi denemek durumundayız. ‘’Ekonomik büyüme’’ dediğimiz şey hiç de ekonomik olmayan bir hal almış durumda. Büyüme ekonomisi bizi yarı yolda bırakıyor… Ekolojik ve sosyal maliyetleri üretim menfaatlerinden daha hızla artıyor, giderek bizleri zenginleştirmek yerine yoksullaştırıyor. İki yüzyıl boyunca büyüme ekonomisinde yaşadık. Mesele şu; GSMH büyürken bizler gerçekten zenginleşiyor muyuz? Yoksa tam da bu yüzden yoksullaşıyor muyuz?.’’****

Yoksulluk, tüketilmesi mümkün hale getirilen ürünlerin (sadece klasik temel ihtiyaçların değil, hazır yiyecekten asfalt yola, standart tatil paketlerinden sezaryenle doğum yapmaya kadar endüstriyel ürün yelpazesinin büyük kısmının) kitleler tarafından talep edilmesinin sağlanması, ancak bu talebin karşılanamaması olarak da tanımlanabilir. Talep edilmesi sağlanan bu ürünler kendilerine ulaşamayan milyonları büyük bir hızla yoksullaşma algısı içine sürükler. Kalkınmanın yayılması yoksulluğun yayılması ile, yoksulluğun yayılması yeni ihtiyaçların tanımlanması ile, yeni ihtiyaçları hak etmek bu ihtiyaçları(!) karşılayabilmiş, yani en yoksul kategorisinden kurtulabilmiş olmakla, nihayet kaçtıkça kovalayan yoksulluk algısının hiçbir zaman eksik olmaması ve tüm dünyayı kuşatmasıyla mümkündür.
‘’Yoksulluk, sürdürülebilir kalkınma söyleminin reddedilemez kılınmasını sağlamak için humanist ve neredeyse romantik bir temel sağlamaktadır. Rio zirvesinin en önemli ürünü olan Gündem 21, daha önsözünün ilk paragrafında yoksulluk, açlık, hastalık, cehalet ve ekosistemlerin süregiden yıkımından bahsedip, temel ihtiyaçların giderilmesi ve herkes için yaşam standartlarının geliştirilmesi için sürdürülebilir kalkınmanın şart olduğunu söyler ve evrensel düzeyde zihinlere işlenmiş bir ihtiyaç, yaşam standardı ve yoksulluk algısına gönderme yapar. Böylece hiçbir zaman ulaşılamayacak bir hedef  koyar ve önerdiği politikayı sürekli ve vazgeçilmez kılar.
Unutulmaması gereken şey, sürdürülebilirlik kavramının özgün anlamında sürdürülemez olan şeyin ‘büyüme’ olduğudur.’’
Şu bilinen bir gerçek ki; bugünün bu zenginlik/yoksulluk algısı içindeki tüketim alışkanlıklarına göre, kuzey yarıkürenin tükettikleri ile 1.5 dünya gerekiyor. Tüm dünyanın Kuzey gibi tüketmesi için 3 dünya gerekiyor. Ve küresel ekonomi 2040’a kadar %3 büyümeyi sürdürdüğü taktirde, bu süre içinde, insanın iki ayağı üzerinde durduğu andan bugüne geçen sürede tükettiğimize eşit miktarda ekonomik kaynağı tüketmiş olacağız.

Bu nedenle; doğal toplum kültürlerinde farklı ifadesini bulan; herkesin doğayla, kendisiyle ve birbiriyle uyum ve denge içinde yaşamasına dayalı tamamlayıcılık, dayanışma ve eşitlik prensipleri çerçevesinde müşterek refah ve temel ihtiyaçların Tabiat Ana ile ahenk içinde karşılanması temel alınmalıdır.

YARIM SAATLİK TRAFİK SIKIŞIKLIĞININ GERÇEK MALİYETİ NEDİR?/ BİR KONTEYNER DOLUSU OYUNCAĞIN DÜNYANIN ÖTE UCUNDAN NAKLEDİLMESİNİN GERÇEK MALİYETİ NEDİR?

Demokratik Özerk yönetimlerde açığa çıkarılması gereken; ihtiyaçları minimize eden, ekolojik yaşam biçiminin -en az enerji ile dönüşen/atıksız üretim- ana prensipleri doğrultusunda; üretim süreçlerinde refahtan ziyade finansal faaliyet ölçüsü olduğu açığa çıkan büyüme ve kalkınmayı değil; zenginleşme ölçütünü meta sahipliğinden, özgür/sağlıklı/yaratıcı zaman değeri ile değiştirerek, temel ihtiyaçların karşılanmasını hedefleyen; doğa talanına meydan vermeyen metotlar kullanarak yeşil istihdama ağırlık veren; endüstriyel değil, zanaat tarzı üretimle yerelin ihtiyaçlarının yerelde karşılandığı; yarışma değil dayanışma ağı ile paylaşmayı yaşamsallaşan ekonomi ve hukuk modelidir.

Bu yaklaşım; ‘’yeni bir finansal mimari tasarlama’’***** anlamına gelmektedir. ‘’Azamileşme, kar, üretme, satma, yatırım yapma döngüsüne endekslenmiş olan piyasa sistemini de çöpe atmak demektir… Faiz ödemeleriyle borçlanma üzerinden yürüyen finans endüstrisinin ıskartaya çıkarılması ve yerine bireysel servetleri artırmayacak şekilde kaynakların ulaşılır kılındığı düzenlemelerin getirilmesi demektir. Kazanma güdüsünden vazgeçmek gibi; aşırı tüketim ve büyümenin statü değil, utanç sembolü haline geldiği; ‘’geçimlik/armağan ekonomisi ile temel işlemin almak değil vermek olduğu, başkalarının size vereceğinin de bilindiği, başka bir deyişle anahtar ekonomik mekanizmanın ‘’armağan’’ olduğu; mülkiyet algısının ‘’komünal mülkiyet ve mülkiyet üzerindeki tasarruf hakkı’’ perspektifiyle yeniden sorgulandığı derin bir kültürel dönüşüm demektir.’’******

Batı dünyası için oldukça uzak bu yaklaşımların, doğa ile bir bütün halinde yaşama hafızası henüz çok taze olan Anadolu, Mezopotamya coğrafyasına çok da uzak olmadığını biliyoruz. Finansal yapılanmanın dönüşümünde, tüm semavi inançların da vurgu yaptığı ‘’faiz’’ sorununa karşı borç verenlerin servetini artırmayacak düzenlemelerin mümkün olduğunu biliyoruz.*******
   
YERELLEŞ!! YERELLEŞ!!
KENDİ KENDİNE YETEN TOPLUM, KENDİ KENDİNE YETEN YEREL YÖNETİMLER!!!...


Açığa çıkarılması gereken; ihtiyaçları minimize eden, ekolojik yaşam biçiminin -en az enerji ile dönüşen/atıksız üretim- ana prensipleri doğrultusunda; üretim süreçlerinde büyüme değil, ihtiyaçların karşılanması hedeflenerek doğa talanına meydan vermeyen metotlar kullanarak yeşil istihdama ağırlık veren; yerelin ihtiyaçlarının yerelde karşılandığı; yarışma değil dayanışma ağı ile yaşamsallaşan ekonomi modelidir.  
(Ekonominin ana verileri olan; enerji, toprak; sermaye ve emek olgularının ve ilişkilerinin yerel meclislerde acilen gündemleştirilip tartışılarak netleştirilmesi gerekmektedir. Önerilen; -yeni toprak reformu çalışması ile köy ortak arazisi gibi- mülkiyetin kolektif olması; mülkiyet üzerindeki tasarrufun bireysel olmasıdır. Kooperatifler ile sermayenin sadece belli ellerde toplanmasının önüne geçilmelidir; karın mutlaka şeffaflıkla denetlenmesi mekanizmaları hızla hayata geçirilmeli, İhtiyaç fazlası üretim yani büyüme hedeflenmemelidir. Bunun yerine, ihtiyacı yerinde karşılama prensibinden hareketle üretim alanlarındaki çeşitlilik hedeflenerek kaynaklar/emek gücü vd. farklı ihtiyaçların karşılanmasına dönük planlamalar değerlendirilmelidir.)

İçinde yaşanan ekosistemin ihtiyaçlarına ve kendine has imkanlarına uyum sağlayan küçük iktisadi topluluklar olma prensibinden hareketle; sağlıklı bir ekonominin, varoluşumuzu/sağlığımızı/zamanımızı özgürleştirmemizle ve tüm toplum olarak geçirdiğimiz vakitten keyif almamızla ölçülebileceğini unutmadan; etkin toprak kullanımı üzerine kafa yormak; koca bir kentin ekolojik olarak doğayla/birbiriyle barışık bir şekilde nasıl yeniden tasarlanabileceği; atıkların nasıl azaltılabileceği, açığa çıkan enerjinin nasıl muhafaza edilip tekrar kullanılabileceği vb. üzerine halkın katılımcı bilgi/birikim gücünü seferber ederek çözümleri yaşamsallaştırmak********* Demokratik Özerk Yönetimlerin önemini bir kez daha açığa çıkarmaktadır.

Bu hedefle -ekolojik ayak izimizi de hesaba katarak- akla gelebilecek ilk öneriler;
*    Öncelikli olarak, enerji politikalarında yönün temiz enerji uygulamalarına dönmesi; istisnasız tüm üretim/yaşam alanlarındaki fosil yakıt ve yan ürünlerinin kullanımını kademeli olarak düşürmesi; (evet; elbette ki tüm doğal kaynaklar yerel halkın denetiminde olmalı ama bırakalım madenler, kaya gazı, petrol yerinde kalsın.- kirli enerji kaynaklarının savaşlarla insanı da kirleten zararları yararından büyük olduğu daha açığa çıkmadı mı?)
*    Alışıldık tüketim alışkanlıklarının kademeli olarak değişimi için programlar geliştirmesi;
*    Ekonomik döngüdeki değeri göz ardı edilen doğal alan koridorlarının kent tasarımlarında mutlaka yeniden planlanması,
*    Bölgeye ilişkin doğayı talan etmeyen ekonomik değerlerin envanterinin çıkarılması,
*    Kentte-kırda tüm tarım üretiminin tohum güvenliği/sağlıklı gıda özgürlüğü çerçevesinde doğal tarım-perma kültür- metotlarıyla gerçekleşmesinin sağlanması,
*    Hayvancılığın doğal üretim metotlarının korunması,
*    Sanayi tipi üretim yerine zanaat tipi üretim alanlarının, yeşil istihdamın desteklenmesi,
*    Üretim alanlarında makine ve aletlerin ortak kullanımının sağlanması;
*    Kaynak ve insan potansiyelini açığa çıkararak toplumun hangi alanlardaki ihtiyaçlarını karşılayabileceklerini araştırmaları; bu alanlara göre üretim birlikleri oluşturmaya başlamaları gerekmektedir. –ahilik sistemi benzeri; fırıncılar kooperatif birlikleri, ayakkabıcılar, mobilyacılar, taş ustaları, üzüm üreticileri, keçi üreticileri kooperatif birlikleri vd. vd…-
*    İhtiyaç olup da yerelden karşılanamayan ürünlerin ticareti için de farklı kooperatifler oluşturulmalıdır.-elektronik eşya, mutfak eşyaları vd..- 
*    Var olan birlikler dayanışma ilişkileri içinde koordinasyonla yeniden örgütlenmelidir.
*    Üretici ve tüketiciyi buluşturan, aracısız pazarların oluşturulması büyük önem taşımaktadır.
*    İkinci el eşya pazarları, takas pazarları, bakım onarım atölyeleri desteklenmelidir.
*    Bölgede geçerli yerel kupon sistemi geliştirilebilir.
*    Mal ve hizmet tüketicileri birlikleri oluşturulmalı, şeffaf denetim tüketici birliklerinin de görüşleri ile gerçekleştirilmelidir.
*    Yerellerde karşılanamayan ihtiyaçların birbirine transportasyonunda fosil yakıtların kullanılmadan taşımanın gerçekleşmesi için taşımacılık sorunlarını çözücü özgün bir çalışma yürütülmelidir. –demiryolu taşımacığı sistemi yerel güçlerin ortak işbirliği seferberliğinde kurulmaya başlanmalıdır.-
*    Yönetsel, hukuki, mimari vd. tüm hizmet üretimleri için ürün/hizmet değeri belirlenmesinde tüketici birlikleri kanalıyla halkın görüşleri alınmalıdır. Tam maliyet piyasası modeli ile iş yapma biçimlerimizin, -doğal sermaye- doğa değerleri de dahil edilerek bütün maliyetlerini hesaplamak ve içselleştirmek ve sonra her bir ürünün üzerindeki kullanım/değişim değerinin ekolojik hakikati yansıtacağı pazar oluşturmak ve böylece gerçek maliyet ücretlendirilmesi ile tüketimi sınırlamak etkin bir yöntem olarak önerilmektedir.
*    Mal ve hizmet üretim birimlerinin işletme/emek vb. giderlerinin ardından kalan değerin belli bir oranının yerelin eğitim, sağlık, ulaşım vb. sosyal-komünal giderleri için yerel yönetimlere aktarılarak şeffaf/denetlenebilir komünal bütçe oluşturulmalıdır.
*    Her türden üretim süreci, ekolojik etki raporu doğrultusunda gerçekleşmeli, böylece doğa talanı ve türlerin yok oluşuna meydan vermeden özgür yaşam kültürel/türsel farklılıklarla birlikte inşa edilmelidir.

Bütün bunlar uygulamalara dönük akla gelebilecek ilk fikirler… Toplumsal dayanışmanın ekonomik ağlarını genişletebilecek daha birçok öneri geliştirilebilir.
Notlarımı şu vurgu ile tamamlayayım;
Kazanım diye önümüze koyacağımız değer; tüketim toplumunun konfor diye sunduğu ve ulaşmak için köleleştirdiği nesne bolluğu mu; yoksa; doğal/kadim bilgiye yönümüzü çevireceğimiz yaratıcı/özgür zaman dilimi mi?...
Yüzlerce yıldır esir olduğumuz alışılmışı tekrarlamanın dayanılmaz hafifliği mi; kimi zaman olanca sertliğine rağmen doğanın özgürlük çağrısına kulak vererek yeni bir moderniteyi doğurmanın ruhsal/fiziksel arınmasını mı?…
Neyi tercih edeceğiz?...
Doğal yaşam hafızasını, masallarında, söylencelerinde, ritüellerinde, gündelik hayat pratiklerinde koruduğunu bildiğimiz Kürdistan halkının genel eğiliminin açık olduğunu görebiliyoruz. Bu eğilimi bütüncül hale getirme, bütünsel olarak açığa çıkarma sorumluluğunda olan siyasal/sosyal alanların, kurum kuruluşların -tarihi kararlar sürecini iyi analiz ederek- ‘’imkansız’’ yanılgısına, kolaycılığa düşmeyeceğine inanıyorum.   


ssa-Dirmil-İstanbul-Amed, Mayıs-Eylül 2014



KAYNAKLAR-
*’DEMOKRATİK KURTULUŞ/ÖZGÜR YAŞAM İNŞASINDA EKOLOJİ PARADİGMAMIZA DAİR NOTLAR’’ başlıklı notlar-ŞŞA.
*Adbusters-Neo-klasik iktisat çalışmaları ile bilinen akımın vurgusuna atıfla..
**Küresel ekonomi politikaları protestosunda Madrid Üniv. kampus duvar yazılarından.
*** ’’ Robert Costanza – Dünya Ekosistem Hizmetlerinin Değeri ve Doğal Sermaye, Nature Dergisi-
**** Bill Rees ve Mathis Weckernagel-Our Ecological Footprint: Reducing Human İmpact on Earth
**** Agenda 21, The Global Partnership for Environment and Development, Preamble 1.1. United Nations publication, Sales No. E.93.I.11
***** Peter Stalker- The No-Nonsense Guide to Global Finance 
****** Ted Trainer- Sıfır Büyümenin Radikal Sonuçları
******* Tarık El Divani- People First Economy
******** Mehmet Genç- Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi
*********Josef Stiglitz- Freefall: America, Free Markets and the Sinking of World Economy

YARARLANILAN DİĞER KAYNAKLAR-
·    Julie Matthael –Solidarity Economy: Building Alternatives for People and Planet / Economic History of Women in America
·    Lourdes Beneria- Gender, Development, Globalisation: Economics as if People Mattered –feminist iktisat-
·    Deborah Campell
·    Tim Jackson- göreli kopuş/mutlak kopuş
·    E.F.Schumacher –küçük güzeldir-
·    İvan İllich
·    Herman Daly –ekolojik küçülme iktisadı-
·    Kirkpatric Sale –biyobölgecilik-
·    Frederic Soddy
·    Nicolas Georgescu-Roegen
·    Keneth Boulding
·    Bernhard Stiegler –For a New Critic of Political Economy
·     P.A. Payutto- Buddhist Economics-aydınlanmış tüketim-
·    William Kuhnert-1894 Kanada
·    Darren Fleet
·    Michael Hudson
·    Charles Eisenstein
·    Janneken Drange
·    Andrew Dobson. Green Political Thought


Devletsiz Toplum, Sınırsız Dünya!... (I)

düşler/gerçekler(!)
idealler/engeller
Devletsiz Toplum, Sınırsız Dünya!...
Ve onun doğaya/insana/özgür hallere değen ekonomi arayışları…
-I-


Rojava Devriminin yıldönümünde halk, ulus devletli sistemin egemenlik hesapları içinde insanlık değerlerini hiçe sayarak çiziverdiği sınırları aşıp devrim içinde devrim yarattı. Göz gözü görünmez gaz bulutu, öfke ve gözyaşları arasında halk, kararlılığı karşısında cılızlığını açığa çıkardığı Sykes-Pickot tellerini, yüzyıllık yalan sınırlarını aştı,  -bunca yılın birikmiş duygu seli içinde- yaşayanların bile ne yarattıklarını tam olarak kavramalarının zaman alacağı bu sınır yıkımı eylemlerinin etkileri muhtemelen daha çokça tartışılacak. Ama özgürlük mücadelelerindeki yeri tartışmasız tekrar tekrar hatırlanacak.

Mezopotamya coğrafyasında egemenlik ilişkileri alt-üst olurken, Ortadoğu savaş güncesinde egemen sistemde derin gedikler açan onlarca olay ve direniş yaşanırken son bir haftada Amed, Batman, Wan’da Kürdistan coğrafyasının ekonomik döngüsünde önemli etkileri olacak ekonomi çalıştayları vardı. Ekonomik döngünün çoklu tarafları enerji politikalarından, tarım/hayvancılık, sanayi, finans, maliye sistemlerine kadar birçok konuda tartışmalar yürüttü.

Tüketim toplumunun köleleştirici etkileri, ‘büyüme’, ‘kar’, ‘finans’, ‘sermaye’, ‘kalkınma’, ‘yatırım’, ‘istihdam’, yoksulluk/zenginlik gibi neo-klasik iktisadın birçok kavramı masalardaydı. Küresel talana karşı yeşil ekonomi, yeşil istihdam, katılımcı/ekolojik/dayanışma ekonomisi gibi alternatif ekonomi modelleri de oradaydı.

Beklenebileceği gibi; geleneksel alışkanlıklarla var olanı ‘’iyileştirme’’ perspektifi ile; ‘’yeni bir yaşam/model mümkün’’ karşıtları arasında çokça ciddi gerginlikler yaşandı. Yine de Demokratik Özerklik temelinde hep beraber sorumluluk alma konusunda irade buluşması vardı.

Osmanlı dönemi talan/ganimet; üretim/tüketim politikalarını bir kenara bırakalım; Ermeni soykırımı da dahil olmak üzere 100 yıldır, etnik tektipleştirme üzerinden kültürel/ekonomik kendi doğal iç dengesi ile oynanmış; son 40 yıldır da kesintisiz sıcak savaşa mahkum edilerek üretimden koparılmış bir toplum gerçekliği ile yüzyüze olan Kürdistan coğrafyasının ekonomik gerçekliği tartışmaların odağındaydı elbette…

Yerel ihtiyaçların karşılanmasından; küresel dünya ile dengeli birliktelikte ölçek sorunu; sanayi/teknoloji ağırlıklı kalkınmacı çizgiden; kazanımların yaygın dağılımına dönük emek yoğun alanların öncellenmesi gibi bir uçtan bir uca savrulan post modern tartışmalar yaşandı.

Ama sonuçta, özetle; gerçekçilik(!) adına; ortaya -niyetlerden tamamen bağımsız, sahiden çözümmüş gibi duran- ‘’çoklu ekonomi’’ modeli gibi bir ortalama yol(!) önerisi çıkıverdi. Hem büyüme ekonomisi olsun; sanayisi/finans sistemi vd. mekanizmaları iyileştirilsin(!); hem alternatif modeller yaşama geçirilmeye çalışılsın.
Hem sanayici küsmesin; hem –giderek usul usul içinin boşalacağı açık olan- ekolojik paradigma ‘’doğa duyarlılığı’’ kıvamında dillendirilmeye devam etsin.  

Yanılmayı dileyerek –biraz keskin gibi görünse de- bir tespit yapmak istiyorum; buradan bunca yılın ölümüne isyanını geleceğe taşıyacak alternatif bir yaşam modeli çıkmaz.

Çıkmaz; çünkü; önümüzde beşbin yıllık erkek egemen sistemin usul usul geliştirdiği, hücrelerimize kadar işleyen köleci bir yaşam algısının mekanizmalarının ağır gücü var. İnsanlığın alternatif dişil/doğal yaşam inşa deneyimleri, küresel politikalarla aşağılanmış, bastırılmış, cılız ve dağınık. Romantik söylemler olarak boğulmaya müsait, kapitalizmin eril kanlı politikaları karşısında fazlasıyla naif. Üstelikte alışılageldik ‘’konfor’’ pompalamaları karşısında; tek ödülün ‘’kaygısız, sahici bir gülümseme/özgür yaşam’’ olduğu, her tür mülkiyet ve iktidar alanlarından feragat edilen fazlasıyla zorlu/emek yoğun bir yaşam örme sürecinin sabır isteyen uzun bir yolu var.

Kritik anlar/kritik kararlar… kavşaklar/yol ayrımları…

Ekonomik döngüye dair atılacak adımlar; alışılmışı tekrarlamanın dayanılmaz hafifliği ile yeniyi doğurmanın ağır bedelleri arasındaki tercihler…

Burada topyekün siyasi irade açığa çıkmazsa; korkarım, bunca bedel, fiziki var oluş olarak Kürt kimliğinin tanınmasının onurunu kazanmak noktasında kilitlenip bırakılacak. Ve  alternatif, doğa ile bütünleşmiş dişil/özgür yaşam düşleri -kimbilir ne zaman, hangi bedelleri yeniden göze alarak hatırlanmak üzere- ‘’büyüme’’; ‘’kalkınma’’; ‘’rekabet’’… algılarının yanıltıcı karanlık koridorlarında boğulmaya terk edilecek. Cinsiyet özgürlükçü/kadın devrimi yarım bırakılacak.

Oysa; bu toprakların doğal yaşam hafızası henüz canlı iken; ekonomi algısını kapitalist alışkanlıklardan arındırıp; insanın doğa ile bütün özgür yaşamı referans alınarak; kapitalizmin kirine/kanına daha fazla bulaşmadan ekolojik sıçrama yaşamak mümkün. Önümüzde dayanışma ekonomisi gibi bir alternatif var. Bugün kapitalist ölçülere göre ‘’gelişmiş’’ sayılan ülkeler ‘’ekolojik yaşama nasıl geri döneriz’’ arayışı içinde, artık toptan unuttukları masallarını, şifacılarını yeniden yaratmaya çalışıyorlar. Kürt halkı bu kadim bilgileri büyük bir direnişle korumuşken bu hafızayı doğal/özgür yaşama dönüştürme sorumluluğumuz var.

Ve zaten bundan otuzbeş sene önce ‘’kurumuş dalı yeşertmek’’ üzere yola çıkılmamış mıydı? İmkansız gibi görünen başarılmadı mı? Bu kuru dal; yeşerdiyse eğer, evrensel bütünlüğün temiz/taze vahalarından biri haline de gelebilir. İkircikli kuşkulardan sıyrılarak; Kürt halkının teoriyle pratiği birlikte ören güçlü birikimi; ekolojik/dayanışma ekonomisi üzerine yoğunlaşmış halklar ve dünya entelektüel birikimi ile buluşarak imkansız denilen yaşanır hale gelebilir. Kapitalizmin buldozerleri altında talan edilmiş doğası ile birlikte ezilmiş, kültürleri talan edilmiş dünya halklarının gözleri üzerimizde; umutlu destekleri bizimleyken bu mümkün.
Yeter ki, özgür dünya düşlerimizi boğmalarına meydan vermeyecek irade bütünleşmesini güçlendirelim.

Not- Bir sonraki yazımda ekolojik/dayanışma ekonomisine dair notlarımı paylaşmaya çalışacağım.

ssa-Amed, 21-23.Temmuz.2014

24 Eylül 2015 Perşembe

VE ARTIK DEMOKRATİK BÖLGELER PARTİSİ, DBP!...

Fırat’ın ve Dicle’nin katman katman bozbulanık sularında çelişkiler/inişler-çıkışlar… Görünen ile olagelen arasındaki uçurumlar… Uzlaşmaz görünen indi/bindiler… gel/git’ler…

Tam da ‘’dibe vurdu’’ derken, binlerce zerre irade, emek ve bedelden doğduğunu zaman sonra kavrayabilen ani dip dalgası ile zirveleşmeler... Her defasında özgürlüklere bir adım daha yakın, tekrar tekrar inişler, çıkışlar…
Ve yine/yeni güçlü bir başlangıç! Demokratik Bölgeler Partisi, DBP.
Yılların yıpranmış, kurumaya yüz tutmuş kabuğundan sıyrılış; yeni siyasal sürecin gelişen/genişleyen gövdesine tazelenmiş bir soluk.
Tam da, 70’lerden bu yana, devletin tüm imha politikaları bir yana, adeta sistemin taşeronu haline gelmiş binbir türden iç tasfiye süreçlerini bile dönüştürmeyi başaran Kürt Özgürlük Hareketinin/Önderliğinin tıkanıklıkları aşma geleneğine uygun yeni bir çıkış.
Şimdi; geçmişin eksiklerini tamamlamak adına, farklı görme biçimlerinin farklı pencerelerinden, yeni süreci güçlendirecek öneriler geliştirme/yaşamsallaştırma zamanı.
Özgürlük Paradigmasının İçselleştirilmesi
Son beş yılda, her bir gün, birbirinden farklı siyasal, toplumsal, ekonomik, örgütsel onlarca sorunla tek tek boğuşulmasına; özeleştiri gerektiren birçok uygulamalara rağmen Kürt özgürlük hareketinde devrim niteliğinde sonuçlara ulaşıldığı açıktır. Öte yandan, bu süreç, yüz yılı aşkın varlık/yokluk mücadelesinin her türden travmatik izlerinin de ucun ucun açığa çıktığı dönem oldu. Kürt halkının fiziki/kültürel varlığını kabul ettirme mücadelesi canlar pahasına sürerken, bu kaotik günlerin üzerini örttüğü, sis perdesinin arkasında kalan, savaş verilen sistemle benzeşme etkilerine karşı farkındalık oluşturma/açığa çıkarma;- zorla ya da gönüllü- sistematik asimilasyonun binbir çehresini deşifre ve bertaraf etme savaşı ise henüz başlıyor. Önümüzdeki süreç; Kapitalist modernitenin yıkıcı etkilerini ayıklama, kirlerinden arınma, demokratik moderniteyi inşa etme dönemidir.
Kanımca, belki de bu süreçte DBP’nin önünde duran en önemli gündem, Özgürlük Paradigmasının İçselleştirilmiş uygulamalarının açığa çıkarılması olacaktır.
Burada kilit nokta; toplumsal ekoloji perspektifinin iyice algılanması/içselleştirilmesi ve özellikle iktidar ilişkilerinin açığa çıktığı/ekonomi çarklarının düğümlendiği her alanda tavizsizce yaşamsallaştırması olacaktır. Geçmiş dönemde yaşanan eksiklikler arasında ‘’Demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü’’ paradigmanın üçlü sac ayağından ekolojik perspektifin -çokça dile getirilmesine rağmen- bütüncül olarak kavranamamasının/algılanmamasının/içselleştirilmemesinin büyük payının olduğunun görülmesi gerekiyor. DBP’nin başarısı, ekolojik perspektifi genel algıdaki ‘’doğa koruma’’ dar alanından çıkarıp tüm iktidarcı/hiyerarşik yapıları mahkum eden; komünal ekolojik dayanışma ekonomisini, dayanışma ilişkilerini açığa çıkaran; bütün karar ve uygulamalarını test ettiği sistemsel bir çözüm modeli -bir tür turnusol kağıdı- olarak önüne koyması ile mümkün olacak.
Kapitalist moderniteye karşı demokratik modernitenin anahtarı her alanda toplumsal ekoloji perspektifinin yaşamsallaştırılmasıdır.
Reel politik mücadele, kapitalist modernite araçlarının bütün mücadele alanları üzerindeki etkilerinin deşifre edilmesi ve bertaraf edilmesi ile başarılı olacaktır. Aksi halde, büyük bedellerle yaşanan özgürlük mücadelesi, bireysel iktidar alanlarının/bireysel sermayedarların öne çıktığı, kolaycı uygulamalarla göz yumulan kapitalizmin kötü kopyalarının beslenmesi içinde boğulup gitme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Bu noktada; ekolojinin ‘en az enerji kullanarak sisteme geri dönen çıktılarla doğa ile bütünleşmiş özgür yaşam yaratma’ prensibini de hatırlayarak; özgürlük mücadelesine katkı vermek isteyen tüm bireyleri kapsayıcı, bireysel potansiyelleri yücelterek açığa çıkarıcı, bütünleştirici bir üslup ile güçleri seferber etme metotlarının geliştirilmesi gerekiyor.
Bu süreçte, en çok da, kendimizle, zaman zaman düşülen kolaycılıklarımızla yüzleşme ve mücadelenin öne çıkacağının bilinmesi ve taviz vermeden paradigmayı yaşamsallaştıracak yaklaşımların/davranışların/uygulamaların geliştirilmesi büyük önem taşıyacak. Çalışmanın en zor alanı sanırım bu noktada düğümleniyor. Sık sık aynaya bakarak; zaman zaman tek tek kişi kişi yoğunlaşarak, yaşamlara, beklentilere, algı dünyalarına dokunarak sabır, anlayış ve sevgi ilişkisi üzerinden yaratılacak olan eğitim/örgütlenme ve uygulamalara yön verme, çok katmanlı hareket içinde hareket sahasının etkilerini genişletmek anlamına gelecektir. Halktan öğrenmek, halk ile sahiden bütünleşmek, halklaşmak anlamına gelecektir. Mücadelenin kazanımlarının yaygınlaşması anlamına gelecektir.
Bu yeni süreçte coşkuyla selamladığımız DBP’nin zorlu yolu açık ve aydınlık olsun diyoruz.

Amed, 13.Temmuz.2014

21 Eylül 2015 Pazartesi

YİTİK SESLERİN PEŞİNDE…

ANADİL HAKKI İÇİN az biraz öznel notlar..


‘‘Egemen topluluklarla egemenlik altındaki topluluklar arasında sağ kalma hakkı uğrundaki mücadele ‘‘dil ekolojisi’’ adını verdiğim saptamayı içerir. Bununla demek istediğim, dilin korunmasının insan ekolojisinin bir parçasının korunması olduğudur.’’

Yitik seslerin peşinde önüme düşen bütün dilleri öğrenmeye çalıştım.
Öğrenmeye çalıştığım ilk dilim; babaannemin ‘’meyvesini yerken teşekkür et, dalını koparırken izin al’’ dediği ağacın; ‘’incitme’’ dediği kelebeğin; ‘’kirletme’’ dediği ateşin, suyun sesi oldu.
Bana hakim olan dil; İstanbul Türkçesiydi… Onu hep sevdim… O dönem yaşadığım ildeki Rumca, Lazca, Ermenice, Boşnakça, Adigece, Rusça, ve daha bilmediğim kimbilir hangi dilce bir armoni oluşturmuş yerel sözcüklerin uğradığı alaysı küçümsemelerin farkında değildik elbette… Bu sözcüklerin neden hep, İstanbul Türkçesi ile düzeltilmeye, unutturulmaya çalışıldığını çok sonra öğrenecektik..

Okulda İngilizce görevdi; öğrendim.
Sonra Rusça çıktı karşıma. Sovyet devrimini öğreniyorduk; Gorki’si, Dostoyevsky’si, Tolstoy’u.. vardı. Biraz Rusça takıldım.
Laz lehçesi(!); sonradan ‘’bilinmeyen bir dil’’ rütbesi verilen ‘’dağ türkleri(!)’’nin lehçesi(!) türünden sesler çoktan kulaklara çalınmaya başlamıştı… Ama o zamanlar yeryüzü dilleri henüz beni çağırmamışlardı. İnsan topluluklarının 5700-6000 civarında dili olduğunu; bu dillerin sadece %10’unun tüm dünya nüfusunun yaklaşık %90’ı tarafından kullanıldığını; her geçen gün, egemen yaşam biçimi içinde soluksuz kalıp bir bir ölen diğer %90’lık yerli dil diliminin nasıl bir kültür/doğa/yaşam alanı/kadim bilgi talanıyla nüfusun sadece %10’una hapsedildiğini henüz öğrenmemiştim.

O sırada Lübnan’da Sabra-Şatilla katliamı ortalığı sarsıyordu. Filistinli arkadaşlarımı anlamak için Arapça öğrenmeye başladım. Fena gitmedi.
Orada Süryani arkadaşlarım oldu. Aramice öğrenmek istedim. Arapçayla karıştırdım, içinden çıkamadım. Soykırım kavramı ile açıktan açığa buluşunca, çocukluğumuzun mum ışığı sohbetlerinde annemlerin fısıl fısıl ‘’kılıçartığı’’ arkadaşlarını özlemle anlatışlarını hatırladım. Ermenice çok zordu; onu atladım.
Bu sırada, büyükbabamın Topal Osman’ın katliamından saklayıp kaçırdığı, anneannemin çocukluk arkadaşlarının çocukları 70 yıl sonra, Yunanistan’dan gelerek anneannemi buldu.
Rumca konuştular. Gözyaşları bile Rumca akıyordu. Ben Rumca ağlamayı öğrenemedim.

Sesler rüya ve kabus arası akıp gitti…

Eşim Giritçe bilmeyen, hatırladığı tek tük kelimeyi konuşmalarının arasına yerleştirmeye çalışan bir ‘Kırtikos’tu ve o sırada köpeğimizin dilini öğrenmeye çalışıyorduk.
Asya’ya gittim; az biraz Tuvaca öğrendim. Türkçeye çok yakındı; kolay öğrendim ve ne yazık ki, kolay unuttum. Ama orada; toprağın dokusunu yok etmemek için çadırlar kurulduğunu, çadırların 20-25 günde bir taşınarak otların/börtüböceğin de diline kulak verdiklerini gördüm. Ve bunu asla unutmadım.

Sonra bir şekilde Kürtlerle yaşamaya başladım. Neden ifade bozukluğu yaşadığımı; annemin de benim de neden ha bire kelime uydurduğumuzu onlarla çözdüm. İnsanın dilini bulduğunda yüreğindeki seslerin başka türlü aktığını ve meğerse aslında hep kendi dilimi aradığımı Kürtlerin dilini öğrenmeye çalışırken, onların ısrarlı varoluş ve özgürlük iradesiyle kavradım. Bir şekilde yıllar önce Bosna’ya gittiğimde hiç anlamadığım seslerin içime neden farklı aktığını sorduğumu hatırladım. -Çoook, çok çok uzak seslerdi.- Yine de her bir sessizlikte’’ susmayın, konuşun.. konuşun.. diyesim geldiğini; aç/bi-ilaç oburca sesleri yutup durduğumu…
Belki de; o büyük sürgünün, ‘’hayır’’ kavramını unutmuş, egemenine rıza ile gelen o ağır yenilginin seslerini hatırlamamak, bastırılmış olanı daha da bastırmak için bu seslere sırtımı döndüm. Öğrenmeye yeltenmedim bile..
Dillerin ölme biçimleri üzerine düşünmeye başlamıştım.
Dilbilimsel araştırmalara göre; bir dil, öncelikle, insanların ait oldukları toplumsal doku son bulduğu için ölüyordu. (Bir dilin varlığının son bulmasının ilk biçimi; o dili konuşan insanların varlığının son bulmasıydı.) Buna ‘’nüfus yitimi yoluyla dil yitimi’’ diyorlardı. Diğer biçimi için ‘‘bir dilden diğerine zorla geçiş’’ kavramı kullanılıyordu. Burada mekanizma; egemen yaşam biçimini, dolayısıyla egemen dili zorunlu kılmakla ortaya çıkıyordu. Egemen topluluklar, diğerlerini bağımlı bir role zorlayarak ya da toplulukların varlığının bağlı olduğu topraklara, kaynaklara el koyarak dilsel geçişe zorlamaktaydı. Dilsel geçişin ikinci; dil ölümünün üçüncü tipi ‘‘bir dilden diğerine gönüllü geçiş’’ hali ise; bir topluluğun üyelerinin kendi özgün dilleri yerine başka bir dili kullanarak daha iyi yaşayacakları kanısına varmasıyla gerçekleşiyordu.
Her iki halde de dil önce mahkemeler, siyaset, ticaret.. gibi kamu alanlarından resmi kurumlardan çekiliyor; sadece ev içi ve dar gruplar arası kullanımla sınırlı kalıyor, ve sonrası, dilin artık gelecek kuşağa aktarılamayacağı o ölümcül aşamaya ulaşılıyordu…
Nüfus yitiminin, zorunlu ya da gönüllü dilsel geçişin sınırlarının çok muğlak olduğu aşikar. Ve hangi mekanizma ile olursa olsun dilleri öldürenin, egemen ekonomi matrisinin sonuçlarından biri olduğu da açık.

Ailemin dili gönüllü geçişle kaybedilmişti; ve yok sayılan, zorla ortadan kaldırılmaya çalışılan, giderek gönüllü geçişle ölümüne ramak kalmış, güçlü bir varoluş mücadelesiyle hayata geri dönmesine rağmen halen büyük risk altındaki bir dili öğreniyordum..
Kendim de dahil, dostlarımın zihninin nasıl çalıştığını; ruhunun nasıl çırpındığını, yiten her bir dil/her bir kelime ile doğanın hangi unsurunun ve bilgisinin benden çalındığını öğrenmemi engelleyen hayatın bu biçimine öfkelendikçe öfkelendim. Şu cümle içimde iyice belirginleşti; ‘’Eğer içimizin sesleri özgür olsaydı bu topraklarda –asgari yakın tarihteki hal içinde- büyükbabam ve anneannem gibi en az 7-8 dil biliyor olabilirdik. Ve hayata dair çözümlemelerimiz doğanın -talana rağmen kalabilen- çeşitliliği kadar geniş olabilirdi.’’

Öğrenmeye çalıştığım her bir dil ile yeni bir evrene dalıp hayatın sorunlarını çözümleme ünsiyetimin genişledikçe genişlediğini yaşamıştım. Hepimizden çalınmış bütün bu dillerle hangi kadim bilginin gömüldüğünü tahayyül etmek çok zor.

Şimdi, zorla edinilmiş bütün bu yarım yamalak seslerle dilsiz olduğumu biliyorum. Sesimin sürgünlüğünde dilsiz ve ifadesiz…
İçindeki yitik sesi bulma çabası, insanı oradan oraya savuran ince bir sızıdır; sahiden yaşayan bilir. Hesabı, kitabı ağırdır, geri dönüşü zor. Bir dilin yaşamını sürdürebilmesi için o toplumun ekosistem bütünlüğünün yaşamını sürdürmesi gerekir ve dilimize sahip çıkmak, toprağımıza, var oluşumuza sahip çıkmaktır.

Özetle;
BÊ ZIMAN JÎYAN NABÊ

Dirmil, 15.Eylül.2013

Kaynaklar*
·    Einar Haugen ‘’Ecology of Language’’1972 Stanford University Press
·    Daniel Nettle. Linguistic Diversity, Oxford University.
·    Susan  Romaine Vanishing Voices. The Extinction of the World's Languages. Oxford University Press. [Daniel Nettle ile ortak çalışma].

16 Eylül 2015 Çarşamba

TÜRCÜLÜĞÜ SORGULAMAK

Doğanın bütün var oluşlarındaki değerleri evrensel bütünlüğün kendisi olarak algılamak; üzerine notlar.. 
‘’bir taşı bile yerinden oynatsan kırk yıl ağlar derler.’’
                           Şaman Galbı, Moğolistan Tuvası


Kelaynak kuşlarını tanıyor musunuz? Kafkas kelebeğini?? Ters laleyi??? ……….
Ve daha.. daha.. daha…
Onlar ve daha niceleri zorunlu göçe maruz bıraktıklarımızdan.. insanın ‘’ihtiyaç’’ adı altında yaptığı faaliyetlerin neden olduğu zorunlu kayıplarımızdan… kaybettiklerimizden… kaybettirdiklerimizden… 

‘‘…Ve şimdi, binlerce yıldır kaybettiğimiz ve doğa diye adlandırdığımız evrensel bütünlüğün sahici değerlerini yeniden gün yüzüne çıkarmaya çalışıyoruz. Eril zihniyetin egemenliğinde insanın kendini merkeze alma süreçleriyle birlikte üzeri örtülen dişil varoluşu yeniden yaşamsallaştırmaya çalışıyoruz. Kaybettiğimiz özgürlüklerimizi yeniden inşa etmeye çalışıyoruz.

Evrenin bütüncül bağ olduğu bilgisini kaybettiğimizi, her yiten var oluşun yiten bir değer olduğunu; insanı merkez alarak, türcülüğe, hele hele insan türünün, bu türün de erkek cinsinin üstünlüğü köleliğine kendimizi kilitlediğimizi ifşa ediyoruz. Binlerce yıldır dayatılanın egemen türün, egemen ırkın, egemen soyların, egemen devletlerin tektipçiliğine mahkûm eden yaşamlar olduğunu, değişmesi gerekenin bu olduğunu söylüyoruz...’’(*)

Bugün dönüştürmeye çalıştığımız ve insanlığı, doğayı yüzlerce yıldır esir alan ve ulus-devlet ile zirveleşen ‘’tektipçi yaşam sistemine giden yol çok uzun, çok acılı; ulus-devlet içinde yaşam ise bir avuç egemenin sahte mutluluğu uğruna milyonlara kan kusturan bir yaşam oldu. Ve nihayet belki defalarca bir yakarış gibi vurgulanan ‘’sürdürülebilir’’lik bu kez sanki sahiden tükendi.

Bu nedenle yıllardır ‘’tarihi kırılma’’ denilen sancılı dönemlerden birini yaşıyoruz. Sistemin egemenleri/yürütücüleri canhıraş bir şekilde yenilenme, yeni kan bulma arayışlarını daha da hızlandırıyor.
Artık aşikar ki; ‘’kaybedilmiş cennet’’/komünal özgürlük arayışındakiler ise bu incecik kaos aralığından çıkışı inşa etmek için daha da donanımlı olmak zorunda.

Bugünün kapitalist modernite algıları içinden geçmişe doğru bakarak süreçlerin birebir nasıl yaşandığını çözümlemek güç olmakla birlikte; egemenlik inşasında doğa toplumlarındaki temel algı değişiminin insanın kendisini diğer varoluşlardan üstün kılmasıyla başladığını görebiliyoruz. Doğadaki büyük-küçük tüm unsurların birer değer olduğu bilgisini ortadan kaldırarak ‘’insan için yaratılmıştır’’ vurgusuyla tüm var oluşları insanın hizmetine sunan tek tanrılı dinlere geçiş, aşama aşama gelen bu üstünlüğün adeta zirveleşmesi olarak karşımıza çıkıyor.

Doğanın savunucusu ve sembolü tanrıçaları -tarihin derinliklerinden tekrar geri gelmek üzere-sürgüne gönderen tanrılar ve ardılları eril tek tanrılı dinler; doğayı -ve elbette ki üretici dişil yaşamı, kadını- hoyratça ‘’adam’’ın kullanımına sunarak cennetten kovup, bize bugünlerin gücün iktidarı, iktidarın gücü cehennemini armağan eden kilit taşlarından biri oluverdiler.
Çokça göz ardı edilen bu nokta, demokratik modernite inşa süreçlerinde ve özellikle ekolojik perspektifin yaşamsallaşmasında büyük önem taşıyor.

Arınmamız gereken en önemli algısal bozukluklardan biri; insan türünün diğer türlerden üstünlüğü yanılsamasıdır.
Bu yanılsamanın aşılması; doğadaki diğer varoluşlar arasındaki hiyerarşi zincirini kıracağı gibi, dilimize pelesenk olmasına rağmen içselleştirilmemiş insanlar arasındaki eşitliğin sahiciliğini de garanti altına alacaktır.

Yüzyıllardır ‘’adam’’ın hükümranlığını güçlendirmekle kendini var eden bildiğimiz bilim, doğa karşısında güçsüz insan korkularını beslemeye devam etti. Korkulardan yarattığı iktidarlarla simbiyotik bir ilişki geliştirdi. Doğayı anlamak çabaları; onu yenmek, itaate zorlamak, kullanmak üzerine kuruldu. Türün iktidarını evrende başat kılmak için üretilen yok edici eril güç diğer canlı/cansız varoluşun da farklı duyarlıkları olduğu bilgisini görmezken, sadece insan düşünür; sadece insan araç kullanır, sadece insan hisseder, doğada zekâsı olan sadece insandır ve benzeri yanıltmalarla kendi zekâsını da hiçleştirdi.

Ve; doğadaki var oluşun yasaları insanoğluna sır, kadınlara ise sırdaş oldu. Şifacı kadınlar cadı, doğa güçlerinden yardım alanlar garip yabanıllar/ilkeller oluverdi.

Doğanın çözümleri gizlene saklana tarihin derinliklerinden süzüle süzüle var oluşunu bugünlere taşıdı. Musevilerden kabalada saklandı, İsevilerden cadı diye yakılan şifacı kadınlarda, Muhammedilerden yatırlarda saklandı. Dünyanın yüksek dağlarına, dağların medeniyet ulaşmaz özgürlüğüne, masalların sembolizmi içine sığındı. Saklandı da saklandı.

(Elbette ki, kapitalist modernitenin tıkanışını, bastırdığı bu kadim bilgileri yeniden kendince güncelleyip gündemleştirerek aşmaya çalıştığı gözlerden kaçmıyor. Yıllardır en çok satanlar listesinde ‘’Yüzüklerin Efendisi’’, ‘’Harry Potter’’, ‘’Merlin’’ vb. büyü üzerine kurulu eserler, sistem eliyle kurulmaya çalışılan ‘’Eko-Köyler vb bunun habercisi değil mi?.)

"geçmişi ortadan kaldıramazsınız, bir gün geri 
gelmek üzere tarihin derinliklerinde gizlenirler"
Latin Amerikan Kızılderililerinden

Bugün, artık nihayet yüksek sesle ‘’Toprak Ana’’nın da haklarından söz ediyoruz. Kapitalizmin tüketim alışkanlıkları adına incittiğimiz her doğa parçasının bir uzvumuzun yaralanması demek olduğunu, bu yara-bere içinde bugünlere vardığımızı görerek;

"Canlı/cansız tüm varoluşun birlikte  oluşturduğu bir topluluk içerisinde, 
yani Toprak Ana’da, bir dengesizliğe yol açmadan sadece insanların 
haklarını tanımanın mümkün olmadığına ikna olduk; İnsan haklarını 
da garanti altına almak için Toprak Ana ve tüm varlıkların haklarını 
tanımak ve savunmak gerektiğini ve bunu yapan kültürlerin, 
uygulamaların ve yasaların var olduğunu söylüyoruz."(**)

Şahmeran saklandığı yeraltından güzel yüzünü göstermek üzere…

ŞİMDİ EKOLOJİK SIÇRAMA DÖNEMİDİR; tek türcü insan egemenliğine son vererek; ‘tek’likle beslenen küresel sermayenin dayattığı yaşam modeli ve onun hukukunun reddi üzerinden doğanın kolektif haklarını gözeterek, tüm farklılıkların kendi kültürel değerlerini açığa çıkararak yaşamı yeniden örme dönemidir.

Bu yaklaşımın pratikteki anlamı; ‘’farkındalık’’da, yani ihtiyaçlarımızı karşılarken incittiğimiz, zarar verdiğimiz, yok ettiğimiz varoluşları görebilmeyi başarmakta gizli gibi görünüyor.
Artık, -kapitalizmin sürdürülebilirliğinin tehlikeye düştüğü bu aşamada- açığa çıkmasının belli bir olgunluk düzeyine eriştiği bu farkındalık; ihtiyaç algımızı yeniden gözden geçirmeye –minimize etmeye- ve ardından (bireysel / kolektif) üretim alanlarımızı sanayi toplumunun; ürünü ve üreteni değersizleştiren kitleselliği yerine, ‘’emek’’ kavramının değerinin iade edildiği üretici toplum olgusunu tartışmaya açmayı zorunlu kılıyor.

Dirmil, ..Kasım.2012

*   ’DEMOKRATİK KURTULUŞ/ÖZGÜR YAŞAM İNŞASINDA EKOLOJİ PARADİGMAMIZA DAİR NOTLAR’’ başlıklı makalemizden.
**   Toprak Ana Hakları Evrensel Beyannamesi’nden   


12 Eylül 2015 Cumartesi

DEMOKRATİK KURTULUŞ/ÖZGÜR YAŞAM İNŞASINDA EKOLOJİ PARADİGMAMIZA DAİR NOTLAR


Söze, evrensel bütünlüğün dişil zekâsını ve aşkı selamlayarak başlayalım.

Bu notlar; uzun, gri soğuk bir kış günü; kimyasal silahlarla kararmış bedenler biber gazları ve zılgıtlar arasında toprak ananın koynuna sunulurken omzuma konan doğum gününü şaşmış bir kelebeğin kulağıma fısıldadıkları ile yazılmaya başlandı. Uzun sarı sıcak bir yaz günü tamamlanarak paylaşılma kararıyla sizlere konuk oldu.

Toprak; gencecik bedenlerin bu zamansız gelişini reddedercesine sertti. Bir ananın ‘’Aşk olsun, ey toprak; doymadın mı hala… Aşk olsun, doymadın mı?’’ diyen sitemli yakarışına cevapla koynunu açmakta direndi.
Kitleler akın akındı. Doymayanın gazına, copuna, tomasına rağmen akın akındı. Şaşmış kelebek, zehirlere bulanmış son nefesini verdi. Omzumdan sıyrılarak acıdan kör olmuşların ayakları altında ezilerek toprağa karıştı. İnsan algısıyla yüzyıllar gibi süren o bir anda; bildiği, gördüğü, biriktirdiği ne varsa, anlayabileceğim kadar anlatıvermişti.

Bir halk neden kendini ateşlerden ateşe atar? Yaşam/ölüm/yaşam döngüsünde kaos aralığının yolunu nasıl görür ve bütün bedelleri göğüsleyerek oradan kendini yeni bir dönüşüme nasıl bırakıverir? Bu dönüşüm evrimin, devrimin nerelerine tekabül eder?
Cevaplar, sorular gibi biraz karmaşık, bir o kadar da yalın; izafiyetin binlerce kapısından geçerek insani birikimlerin, algıların, yargıların sınırında dolanır durur.

Her varoluş evrene özgün değerler sunar. Bu değerlerin açığa çıkmasının, beslenmesinin onun olumlanması ile geliştiği hakikati, yok sayma edimini mahkûm eder. Bütüncül dönüşüm dışında; bir tek var oluşun diğerinin yanılsamalı faydası uğruna yok sayılması, hayata dair çözümlemelerin birini ortadan kaldırır. Bu evrensel harmoninin zedelenmesidir. Zedeler arttıkça evrensel bütünlük giderek daha çok yaralanır.

Yoksanan kimi var oluş, zoraki rızaya teslim olur... Kimi var oluş, teslimiyetin reddini kutsar, isyan eder. Yoksanmanın acısını bilenler; evrenin duygusal zekâsının çağrısına cevap verircesine, mıknatısla çekilmişçesine çözümleme gücü yüksek bir Bilge’nin, bir ateş topunun etrafında toplaşır. Onlar ‘’Talebeler’’dir. Talebeler talebeleri izler. Kolektif akıl, kolektif duyu, kolektif aşk ile. Kavranması güç; görülmeyen; duyulmayan ışın ağları gibi yok ediciyi sarar, sürüklerler…
Çatışmalar, savaşlar…
Göz gözü görmez, dil dili duymaz… duyular, duygular körleşir. Kaosun yeni bir denge aralığına sürülen zorbanın tek bir seçeneği bu aralıktan geçiştir. Orada uzlaşma yaratılır. Sahici barışa yollar döşenmeye başlar.

Barışın inşa süreçleri evrensel harmoninin hatırlanması gereken zamanlardır. Var oluş değerlerimizin; sahiden kim olduğumuzun, evrensel bütünlüğe hangi soluğu verdiğimizin; neden savaştığımızın hatırlanma zamanlarıdır.

Zemheri kelebeğinin son nefesi bu zamanlara da varacağımızın fısıltısıydı.

Ve şimdi, binlerce yıldır kaybettiğimiz ve doğa diye adlandırdığımız evrensel bütünlüğün sahici değerlerini yeniden gün yüzüne çıkarmaya çalışıyoruz. Eril zihniyetin egemenliğinde insanın kendini merkeze alma süreçleriyle birlikte üzeri örtülen dişil varoluşu yeniden yaşamsallaştırmaya çalışıyoruz.
Kaybettiğimiz özgürlüklerimizi yeniden inşa etmeye çalışıyoruz.

Evrenin bütüncül bağ olduğu bilgisini kaybettiğimizi, her yiten var oluşun yiten bir değer olduğunu; insanı merkez alarak, türcülüğe, hele hele insan türünün, bu türün de erkek cinsinin üstünlüğü köleliğine kendimizi kilitlediğimizi ifşa ediyoruz. Binlerce yıldır dayatılanın egemen ırkın, egemen soyların, egemen devletlerin tektipçiliğine mahkûm eden yaşamlar olduğunu, değişmesi gerekenin bu olduğunu söylüyoruz...

Başta Mezopotamya halkları olmak üzere, tüm kültürler, tüm halklar için önerdiğimiz Demokratik / Ekolojik / Cinsiyet Özgürlükçü toplum inşası hayatı birçok boyutuyla temellerinden sorgulamayı gerektiriyor.

·    İnsanı merkez alan türcülüğü sorgulamak, doğanın bütün var oluşlarındaki değerleri evrensel bütünlüğün kendisi olarak algılamak;
·    Tüketim ekonomisini sorgulamak; Başta kadın olmak üzere tüm insanlığı, doğanın tamamını, kısaca tüm varoluşları ‘kullanım’’ felsefesi içinde egemenlerin ‘erk’lerini sürdürme aracı haline getiren tüketim toplumunu sorgulamak,
Tüketim toplumunun dayattığı ‘ihtiyaç’ algısını yeniden gözden geçirmek.
·    İnsanın insan ve doğa üzerindeki ‘’sahip’’lik olgusunu sorgulamak
·    Emek değerinin hiçleştirilmesi ile üretimin uzmanlaşmasını, üretime yabancılaşmayı sorgulamak,
·    Bilginin uzmanlaşması üzerinden hegemonik yapıların iktidarının oluşmasını ve doğa toplumlarının hayata dair çözümlemelerini formüle ettiği kültürel birikimlerini hiçleştiren bilim felsefesini sorgulamak…

Özetle;
Demokratik/Ekolojik/Cinsiyet Özgürlükçü paradigma
·    Hiyerarşik, iktidarcı yaklaşımları mahkûm eder,
·    İnsanı/doğayı köleleştirmesi kaçınılmaz ‘’mülk’’ algısını reddeder,
·    Devletsiz toplum, sınırsız dünya, ordusuz öz savunma felsefesini geliştirir,
·    Doğadaki tüm var oluşlara saygıyla yaklaşır, eşitlik ve bütünlüğü içselleştirerek evrensel yasaların ahengi içinde tüm varoluşları olumlar.

Gözyaşı, çığlık, kan, ter, zehir, ölüm, kâbuslarla yaşanan ve bugün yöntemlerini değiştiren mücadele; yüzyıllardır kolektif, kültürel özgünlükleri yoksayarak; insanı ve doğayı köleleştiren hiyerarşik, iktidarcı eril zihniyetin hayata hâkimiyetinin reddi üzerinden yükseldi. Yeni siyasi süreç ise kültürel dokunun kesintili izlerini onarmanın, özgürlük alanlarını genişletmenin araçlarını değiştirmekle ifade edilebilir.

Barışın kapılarının aralandığını gören bizlerin, ağır mı ağır bir borcu var. Onurla ateşin içine yürüyenlere; Leviathan’ı dize getirenlere büyük bir borcu var. Yüzyıllardır hücrelerimize kadar sızan ‘’devletleşme halleri’’ni hücrelerimizden kazıyarak, evrensel bütünlüğün birbiriyle kaynaşmış var oluşunu gündelik pratiklerimizde yaşamsallaştırmak.

Alışa geldiğimiz, bildiğimiz bilim; insanlığın en önemli buluşunun tekerlek olduğunu söyler. -‘’Yarışmacı’’ bilginin ‘’en’’ kavramını sorgulamayı bir kenara bırakarak- neden ‘’ayna’’ olmasın diyoruz. Elbette ki büyük bir değer olduğunu reddetmediğimiz ‘’tekerlek’’ bizi köleleştiren teknolojiye, dayanışma yerine yarışma kültürüne taşıdı. Belki, ‘’ayna’’ gelmiş/geçmiş kültürel kodlarımızla kendimizi tanımaya, kendimizle yüzleşmeye, hakikatleri görmeye/ifşa etmeye, adalet algımızı kolektif/komünal zemine taşımaya; paylaşma algılarımızı genişletmeye taşır. 

Bizi bu aynaya taşıyacak; köleci kapitalist modernitenin demokratik moderniteye dönüşmesine, bunca mücadelenin zirveleşmesine götürecek olan ise; yukarıda başlıklar halinde temellerini vurgulamaya çalıştığımız ekolojik paradigmamızdır.
Ekolojik algı bir kelebeğin kanadını, bir ananın yanan yüreğini, kardan buzdan sıyrılarak güneşe ulaşan kardelenin kendini gerçekleştirme yolculuğunu duyabilmektir. Duru akan sudaki fırtınayı, aşkın ve sevdaların isyanını, ateşin arındırıcı yalazlarını görebilmektir. Var oluşun esrik dansına adımlamaktır.

Evren; kendi kendini doğuran asi çocuklarını sever. Onları kendinden bilir. Adları derinliklerinde, günü geldikçe geri gelmek üzere salınmaya devam eder…

Sanırım, bu çocuklara olan borcumuzu evrensel dansın ritmini yakalamayı başararak ödeyebiliriz.

Ve işte bundan böyle hepten aşk uçsun!!!.......

Amed, ..Nisan.2012