30 Nisan 2011 Cumartesi

"Amacım Yalnızca 'Temsil Etmek' Değil"




BDP ve 17 demokrat, sol ve sosyalist grubun desteklediği, “Emek, Özgürlük Demokrasi Bloğu”nun Muğla Bağımsız adayı Şehbal Şenyurt Arınlı: “Doğrunun yalnızca kendi doğrularımız olmadığını anlayarak, başkalarının da gerçeklerini, doğrularını oraya taşımak çok önemli. Daha da önemlisi bunun meclise taşınabileceğini göstermek...”


Sevgili Şehbal benim arkadaşım. Onun kampanyasına destek olmak üzere onun yanındayım.
Bilebildiğim, yapabildiğim ne varsa ona katkıda bulunmak üzere yanına geldim. Bu işlere çok meraklı birisi olmadığını biliyorum. Bilenler bilir benim de “temsil”le, “meclis”le,”seçim”le pek bir ilgim, ilişkim yok. Dahası %10 barajı gibi bu orandan daha az sayıda insan tarafından benimsenen düşüncelerin temsil edilmediği, hadi daha doğrudan söyleyeyim yok sayıldığı bir “temsil” sistemiyle benim ilgim olamaz. Bunu kabul edip, bu kurallarla bu oyunu oynayanlarla da...
Ama bağımsız adaylık meselesi farklı. Orada kendin gibi düşünenlerle değil, farklı düşünenlerin seslerini meclise taşıma olanağı var. Bir tür uzlaşma. Uzlaşma aynı şeyleri düşünmek değildir. Uzlaşma “pratik” bir iş yapmak üzere birlikte yola çıkmaktır. Ben çok iyi biliyorum ki Şehbal gibi diğer bağımsız adayların da birbirinden farklılıkları özgünlükleri var. Benim gibi onları destekleyenlerin de öyle. Bizler bir düşünceyi değil bir tavrı, bir tutumu, bir yöntemi, ne kadar kısıtlama olursa olsun, onları aşarak “meclis” denen yerde ifade edilmesinin yollarından birisi olduğu için bu katkı ve desteği yapmaya soyunduk. Bunun için genç arkadaşlarım, üniversite öğrencileri yalnızca bir pankartta yazan sözleri duyurmak üzere mecliste bir pankart açmışlardı ve onlara neredeyse ömür boyu sayılacak cezalar kesilmişti. İşte en azından o cezalara maruz kalmadan o farklı düşüncelerin mecliste ifade edilebilmesi için Şehbal’ler kendilerini, emeklerini, akıllarını, duygularını ortaya koyarak bu işe soyundular. Onları yalnızca onlara oy atacak olanlara değil, tüm topluma, hatta dünyaya anlatmak da bizlerin görevi.
Bunun yollarından birisi ona kulak vermek.
Ben de yanında, yakınında olduğum için sevgili Şehbal’e kulak verdim ve bazı sorular sordum. Yanıtlarını da sizlerle bu haftaki “biamag” yazımda paylaşıyorum:

Sevgili Şehbal bu iş nereden aklına geldi? Neden bu işe soyundun.
Aslında az önce de sen söyledin. Derdimiz bir ve aynı. Bazen belirli koşullar, insanları bazı işlere soyunmasına neden olur. O “tarihsel görev” denen şey de budur. Ben de bir anda bunu yapmanın hem kendi, hem de toplumsal tarihimiz açısından bir zorunluluk olarak gördüm. Gençlik, hatta çocukluk diyebileceğim yaşlardan itibaren politik yaşamın içinde oldum. Politikayı sokaklarda, gündelik hayatın içinde yapmayı yeğledim genellikle. Öyle teorik laflar etmeyi, akademik bilimsel çözümlemeler yapmayı, kocaman cümleler kurmayı sevmedim, sevemedim hiç. Belki de bu nedenle sinema ile uğraşmaya başladım. Sinema öyle bir şey kurgusal filmlerde bile o sırada birşeyler katılır o çekilen filme. Aslında filmi de “gerçek ve inanılır” yapan da onlardır. Belgesel de bu daha doğrudandır ve fazladır. Onun için belgesele yöneldim. Fikirlerimi, görüşlerimi toplum ile bağını koparmayan belgesel sinema alanında söz söyleyerek iletmeye çalıştım.

Ama yalnızca bir aktarıcılık değil yaptığın?
Evet öyle. Aktaracağımı kendime biçtiğim sorumluluk, yılların verdiği birikimle seçiyorum. Sokakların sesi çok önemli. Sokaktaki evdeki kadının ne dediği, nasıl dediği çok önemli. Emeğin o gücünün son kertesine geldiğinde akşam eve ekmek götürmek için zorlanırken ne dediği, nasıl dediği çok önemli. Ancak dikkât verince işitebildiğimiz, doğanın sesi, doğadaki canlıların, cansızların sesi çok önemli. Paşa’yı tanıyorsun. Bizim çocuğumuz, canımız, bir parçamız, onun kızınca hırlaması, sevinince mırıldanması, sevilmek isteyince çıkardığı ses çok önemli. İşte ben tüm bu sesleri, bu seslerin normal yollardan ulaşamadığı meclise ulaştırmak için bu işe soyundum. Yasalar, yönetmelikler, resmi metinlerde ne yazık ki bu sesler yer almıyor. En azından meclis zabıtlarıyla da olsa bu sesleri oraya taşımak, bu seslerin sözcüsü olmak. Doğrunun yalnızca kendi doğrularımız olmadığını anlayarak, başkalarının da gerçeklerini, doğrularını oraya taşımak çok önemli. Daha da önemlisi bunun taşınabildiğini göstermek de.

Bu büyük bir sorumluluk ama..
Eğer görmüşsek, fark etmişsek sorumluluklarımızdan kaçamayız. Gerçeklerden kaçamayız. Bizi rahatsız eder. O rahatsızlık bizi “biz” olmaktan çıkarır. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Bak sistem tüm söylemlerinde “biz” diyor. Ama onun biz dediğinin içinde aslında “biz” yokuz. Toplumsal ön yargılarla ötekileştirilenler yok. Sırf farklı olduğu için bir biçimde damgalananlar yok. Azınlıklar yok, göçmenler yok. Din-dil etnik kimlik farklılıkları nedeniyle nefret söylemi kurbanı olanlar orada yok. Onlar olmayınca onların sesleri de orada yok. O “biz”in içinde bunların hiç biri yok Eğer ben oraya gidebilirsem -ki bunun gerçekleşeceğinden hiçbir kuşkum yok- onların seslerini o meclis duyacak, o meclistekiler duyacak. Ülke, dünya duyacak. Ama biliyor musun en çok da o seslerin sahipleri, kendi seslerinin orada dillendirildiğini duyacaklar. Yapmaya soyunduğum iş bu.

Sen o seslere yabancı değilsin aslında, ben bunu çok iyi biliyorum belgesellerinden.
Zaten bu sorumluluğu hissettiğim anlar aslında o çektiğim belgesellerin kurguları için makine başına oturduğum anlardır. O sesler benim için o zaman gerçek olur. Onları izleyenler algıladığı anladığı zaman gerçek olur. Ama biliyor musun o mecliste bir belgesel asla izlenmemiştir. Belki ben oraya gidince, 20 dakika konuşma hakkımın bir on dakikasını o sesleri birinci elden ve ağızdan duyurma olanağı bulacağım. Bu bir belgeselci, sinemacı olarak beni çok heyecanlandırıyor. Bu heyecanı pek çok kişinin fark ettiğini hissediyor, onların güçlerinin ve desteklerimin ardımda olduğunu düşünüyorum.

Bir de kadın meselen var senin... Bu işe soyunmanın bir nedeni de o değil mi?
En can alıcı noktalardan birisi bu aslında. Bu ülkede biz kadınlar “artık yeter” diyorsak var olan alanlar içinde parlamentodaki temsiliyetlerimizi de talep etmeliyiz. Dolaylı değil, doğrudan. Ne söylendiği değil, nasıl söylendiği de önemli. Dil önemli dil. Sorunlar erkek dili ile söylendiğinde farklı, kadın bakış açısı ile söylendiğinde farklı algılar, farklı sonuçlar çıkıyor. Ben belgesel çekerken bunu çok net fark ediyorum. Aynı cümleyi bir kadın söylüyor, bir de erkek. İkisinin de kastettiği, söylenenden algılanan farklı. Burası çok önemli. Kadını ancak kadın anlatabilir. Kadının sorununu ancak kadın anlatabilir. Bir soruna kadının bakışını da ancak kadın anlatabilir. Bu ülkenin insanının yarısı kadın. Bu ülkenin temsil edildiği meclisin de yarısının kadın olması gerekli.

Muğla’dan sen seçilmezsen altı erkek gidecek ama?
Doğru bunu vurguluyoruz seçim kampanyamız sırasında. Diğer partilerde de kadın adaylar var. Ama seçilme olasılıkları olmayan sıralara konulmuş. Eğer sadece partilerin adayları seçilirse, buradan altı erkek gidecek. Görüş, düşünce, inanç ve yapacakları konusunda hiçbir olumsuz düşünce taşımıyorum. Ama onlar erkek ve meclise Muğla’dan “altı erkek” gidecek. Ama Muğla’nın yarısı kadın. Onlara güveniyorum. Onlar Muğla’dan en azından bir “kadın”ı meclise gönderecekler. Belki anımsarsın, ilk kadın vali Muğla valisiydi. Türküsü var, “Hakime hanım” diye, ilk kadın hakimlerden birisi bu yörede görev yaptı. Bu kentten şimdiye kadar meclise iki kadın milletvekili gitmiş; 23 dönemde “iki” milletvekili. İlki 1969-1973 döneminde Cumhuriyet Halk Partisi’nden bir ziraat mühendisi olan sayın Mualla Akarca. Milaslı. Sonra da 1996-1999 döneminde az önce söz ettiğim ilk kadın Muğla Valisi olan Sayın Lale Aytaman Anavatan Partisi’nden seçilmiş. Başka örnek yok. Seçilen ilk bağımsız aday ben olacağım, eğer Muğla’lı kadınlar beni desteklerse. Böylelikle bizim adımıza yani kadınlar adına yetki kullanıcıların elinden o yetkilendirme temsiliyetini alabileceğiz.

Bir tür “devrim” olacak yani?
Bu sözcükle neyi kastettiğini bilmiyorum ama kadınlar olarak, kadınları dikkâte almayan politikaları yerinde teşhir, o politikaların ikiyüzlülüğünü yerinde sorgulama ve dayanışmayı o çok değerli dokunulmaz parlamenter koltuklarından alıp sokağı parlamentoya taşımak için bu yola girdim ve kadınların sayesinde bu dediklerimi gerçekleştireceğim.
Ayrıca biz kadınlar her yerde ve her alanda varsak parlamentoda da olma talebini gündeme getirmeliyiz. Bildiğiniz gibi son dönem Muğla'ya damgasını vuran Fethiye’deki tecavüz davası hepimizi çok sarstı. Nedeni ne olursa olsun, bir kadının çığlığı, bir kadının acısı, bir kadının el uzatışı, bir kadının savaşa kurban verdiği oğlu ya da kızından gelen kalp sızısı, biz kadınları bir araya getirip sorgusuz sualsiz dayanışmaya götürüyorsa, sırf kadın olmak bunları anlamamızı sağlıyorsa, bu dayanışma duygusundan gelen güç, o değeri tartışılamaz varoluş olgusu parlamentoda da vurgulanmalı.

Peki bu bağlamda kadınlara somut mesajın ne?
Ben tüm kadınları, parlamentodaki alanlarına sahip çıkmaya davet ediyorum. Bize ait olanları geri almadan politikaların içeriğini değiştiremeyiz. Bu dünyanın yarısıyız söylemi artık pek bir şey ifade etmiyor, zira ana sorunsal dünyanın yarısı bile olduğumuzda bize yaşatılan kimlik bilgilerinin ve o bilgilerde saklı erk'ek olma halleridir. Sistemi her biçimde sorgulayabiliriz ama var olan sorgulayışı kadının sorgulayışıyla buluşturamadığımızda eksik ve güdük kalmak kaçınılmazdır. Demokrasi denilen kavram insanın kadın cinsini kapsamıyorsa ne kadar derinlikli olabilir. Demokrasiyi salt kendi varoluşlarımız için değil tüm yaşayan unsurları da kapsayacak biçimiyle dillendirebiliyorsak işte o zaman paylaşımdaki eşitlikten bahsedebiliriz. Tam da bu yüzden politikaların erk'ek olma hallerine itirazla donatılmış demokrasi talepleri daha kapsayıcı olacaktır.

Az önce de sen söyledin, ben de başka “kadın” örneler verebilirim. Bu dünyadan bir Margaret Thatcher, bir C. Rice, ve bizden de bir Tansu Çiller geçti. Seni onlardan farklı kılan ne?
Bu kadınlar, kararları, tutum ve davranışlarıyla erkeklerden daha erkek olmayı yeğledi. Sanırım mesele kadın dilinin üslubunun taşınması meselesi… Kimler için çalıştığınız, kimler adına politika yaptığınız meselesi. Ve maalesef ülkemizdeki hiçbir siyasi parti -bu konuda BDP'yi ayrı tutmak durumundayım- kadınları gerçekten inanarak listeye almıyor. Türkiye'de ve dünyada yükselen kadın hareketinin dayatmasıyla zorunlu olarak listelerine koyuyorlar. Liste sıralamasına baktığınızda bunu anlamamak mümkün değil. Kadın aday var mı, var. Haydi o zaman oylar bize... Yani bir çeşit oy garantisi olarak -arka sıralarda da olsa-vitrindeler. Zaten sermaye partilerinden meclise girseler ne olacak, gerçekten kadın sorunlarına veya nükleere veya eşit vatandaşlığa dair çözüm önerilerini kendi partilerine dayatabilecekler mi?

Sen bağımsız adaysın ama BDP’nin desteklediği bloğun içinde yer alan bir bağımsız adaysın. Bunu nasıl gerekçelendiriyor ve nasıl anlatıyorsun?
Türkiye’de kuruluş anından hemen sonra gündeme gelen bir “hukuksuzluk” var. Bu coğrafyanın bir bölüm insanı, kuruluş anında yapılan “sözleşme”ye aykırı olarak,kuruluştan 3-4 yıl sonra yok sayılmış. Yaklaşık 85 yıldır sürüyor bu hukuksuzluk. Biri diğerini altına imza koyduğu metinleri, sözleşmeleri inkâr ederek yok saymış. İnkâr ile yetinmemiş, imhaya yönelmiş, kalanları da asimilasyon yoluyla yok etmeye çalışmıştır. 88 yıllık cumhuriyetin 85 yılı acıyla, kanla, gözyaşıyla ve zulümle doludur. Güneş balçıkla sıvanmaz, mızrak çuvala girmez, bu gerçeği de sonsuza kadar gizlemek olanaksızdır. Önce Ermeniler katledildi, sonra Rumlar, Süryaniler topraklarından sürüldü, diğer halklar kimliklerinden kimliklerinden szö edemez hâle geldi. Kalan Kürtlere ise özellikle son 35 yıldır yapılmadık eziyet kalmadı. Bunların hepsini yaşadık. Maddi manevi çok büyük bedeller ödedik. Yalnız bir kesim, yani Kürtler ödemedi, Türkler de ödedi. Can olarak ödendi bu bedel, emek olarak ödendi, para olarak ödendi. Bu ülke dünyanın 17. büyük ekonomisi, ama her doğan bebek 400 dolar borçla doğuyor bu ülkede. Neden bu politikaların sonucu. Bir canlı, bir insan her an varlığını kanıtlamak zorunda bırakılır mı? Türkiye’de Kürtler 85 yıldır “ne yaşar ne yaşamaz”ı yaşadılar. Artık bunu yaşamak istemiyorlar. Artık bunu yaşamak istemiyoruz. Barış gelmeli. Barışın gelmesi için yalnız Kürtlerin “barış” istemesi yetmez. Türklerin de yalnız sıcak evlerinde, masalarının başında, bilgisayarın klavyesine yazdıkları sözcüklerin hepsinin “barış” olması yetmez. Barış ancak barışçıl mücadele ile varolacaktır. Ben bir kadın olarak, bir sanatçı olarak, nihayet bir insan olarak barış istiyorum. Bu yüzden barışı en çok isteyenlerle, onun için en çok mücadele verenlerle, en çok bedel ödeyenlerle birlikte olmamdan doğal bir şey olamaz. Bu kendine aydınım, insanım diyen herkesin görevi. Ben bu görevi bu süreçte onlarla el birliği, yürek birliği, gönül birliği, duygu birliği ederek gerçekleştirmek istiyorum. Başkalarının acısını kendi acımız gibi yürekten yaşamadığımız için böyle bir süreç yaşadık, yaşıyoruz. Buna “dur” dememiz gerekiyor. Ben de bunu demek için bu birlikteliği istedim ve beraber hareket ediyorum. BDP’nin taleplerinin bu coğrafyada yaşayan herkesin talebi olduğunu düşündüğüm için birlite hareket ediyorum.

Ama bir yandan da “bağımsız”sın?
Bu da en önemli ve bir o kadar da “keyifli” noktalardan birisi. Ben yaşamım boyunca emir komuta içinde davranmadım. Emirlere hep itiraz ettim. Konuşurken emir kipi kullanmayı yeğliyorum. Bu noktada ağımsız aday olmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Hesap vereceğim hiçbir üst makam yok. Hesap vereceğiniz yegâne yer, vicdanınız, geceleri başınızı koyduğunuz yastık ya da aynadaki suretiniz. Yastığa başımı koyduğumda, iç rahatlığıyla kendime hesap verebildiğimde, ya da aynada kendi gözlerimin içine korkmadan, çekinmeden bakabildiğimde yapmam gerekenleri yaptığımı düşünüyorum. Bundan büyük mutluluk yok.


Çok uzadı biliyorum ama bir de “doğa”, “çevre” ve “yeşil” yanınız var? Bu da sanırım önemli?

Evet. Bu ülkede yalnızca politik alanda “aptalca” şeyler yapılmadı, yapılmıyor. Gelişeceğiz, modernleşeceğiz, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşacağız derken aslında çocuklarımızdan, torunlarımızdan, geleceğimizden ödünç aldığımız bir doğayı da katlettik. Ben her gün kahroluyorum; yapılanları görünce, planlananları duyunca. Yaşamı varedemeyenler, yaşamı yaratamayanlar yaşamı bilemezler. Kadınlar yaratır. Bunun için üstündür, farklıdır. Doğaya, canlıya, hatta cansıza bile kıyamaz. Bilir ki o yaşamdır, yaşam odur. Her şey yolunda olsa, hiçbir politik sorunumuz olmasa, tümüyle barış içinde yaşasak bileçok önemli bir sorunumuz var: Doğanın her gün tahrip olması, yok olması. “Kalkınma” diyerek, “gelişme” diyerek buna neden olduk. Kafamızı kaldırıp baktığımızda üzerinde yaşadığımız dünyanın er gün yok olduğunu, birileri tarafından, kâr için, çıkar için yok edildiğini görüyoruz. Bunu da göstermek, söylemek, insanların karar alırken bunun farkına varmasını sağlama önemli. Onun için HES’lere, nükleer santrallere, otoyollara, yeni köprülere, toprağın bileşimini, doğanın dengesini bozan, yaşamı bozan her şeyi fark etmek ve fark ettirmek hepimizin görevi. Gerçekçi çözüm ve seçenekleri ifade ve talep etmek için de mecliste olmak gerekli. Meclis sadece, madencilere, müteahhitlere, yapsatçılara kalmamalı. Mecliste doğanın da sesi duyulmalı.

Başka söyleyecekleriniz de olmalı ama sizi yorduk. Burada bir “es” verelim ve size teşekkür ederek, kolaylıklar dileyelim.
Ben de sana teşekkür ederim sevgili Mustafa, desteğin ve varlığın benim, bizim için çok önemli. Bianet’e de senin şahsında teşekkür ediyorum. Gerçeğin sesi ve hak haberciliğinin odağı olduğu için. Sağol.

Mustafa SÜTLAŞ
27.04.2011
Dirmil (Gökçebel)
Yalıkavak-Bodrum


(Bu röportaj Bianet Haber sitesinde kısaltılmış şekliyle 30.04.2011 tarihinde yayınlanmıştır. )

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder